18 Şubat 2014 Salı

DEMOKRAT PARTİNİN KURULUŞUNDA MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAĞIN ROLÜ


DEMOKRAT PARTİ'NİN [D.P.] 
KURULUŞUNDA
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK'IN ROLÜ
Dr. M. Galip Baysan
Bu gün oy kazanmak için demokrat partinin mirasına sahip çıkanlar acaba bu partinin kuruluş safhasında rahmetli Fevzi Paşanın rolünün ne olduğunu biliyorlar mı? Geçmiş bir yazımda çoğunlukçu demokratik düzene geçmek için İsmet paşanın gayretlerini açıklamaya çalışmıştım. Çünkü tek partili cumhuriyetten çok partili demokratik düzene geçiş kolay olmamış ve bu konuda Milli mücadele Liderlerine iktidar ve muhalefetin düzenlenmesinde büyük görevler düşmüştür. Bunun en önemli nedeni, demokrasi tecrübesinin azlığı ve siyasi ahlakın henüz ilkel bir durumda oluşudur.
Adalet Bakanlığı eski Müsteşarı Avukat Kenan Ö. Öner, 14 Şubat 1946’da kurdukları İstanbul İl Örgütünün ilk günlerini şu sözlerle anlatmaktadır.
“Partinin İstanbul teşkilatı, vazifesine başlamış olmakla beraber maddi ve manevi her vasıtadan mahrum, çırılçıplak bir halde idi. Paramız yok, yerimiz yok, bizlerle çalışacak arkadaşlarımız yoktu. Memlekette böyle işler için faydalı arkadaş bulmak da para kadar güçlük ihsas ediyordu. Hiçbirimizin siyasi faaliyetteki yeri olmadığı için kendilerine müracaat edecek tanıdıklarımız da pek az bulunuyor. Onların en namuslu ve en faziletlileri de bizimle beraber çalışmaktan çekiniyorlardı. Tanıdığımız ve inandığımız herkese müracaat ederek hiç olmazsa ilçeler teşkilatını kurabilmek için bize insan tavsiye etmesini rica ediyorduk. Bazıları temennilerimi kabul ederek isim veriyor, bir kısmı buna bile cesaret edemiyordu.”(1)
“Teşkilatımız ilk aylarda, birçok sebeplerle çok yavaş gidiyordu. En esaslı ve en faal yerler için seçtiğimiz insanlar korkuyor, kabul etmiyor, edenlerin bir çoğu da iktidar partisinin, hatta hükümetin baskısı altında çok geçmeden istifa ediyordu.”(2)
DP’nin kuruluş günlerinde Aydın’da hükümet tabipliği yapmakta olan Mükerrem Sarol, Adnan Menderes’le tanışıp, onun isteği ile partiye girdikten sonra, bir gün Aydın Valisi tarafından çağrıldığını ve kendisine şu tavsiyede bulunulduğunu anlatmaktadır.
“Yarından tezi yok hemen parti ile ilişiğini keseceksin. Ben burada vali isem ve Dr. Fazıl Şerafettin (Bürge) CHP müfettişi kaldıkça senin Aydın’dan mebus olman mümkün değildir. Mutlaka Meclis’e girmek istiyorsan bunun yolları vardır. CHP’ye girersin ve muradın derhal yerine getirilir.”(3)
Aynı günlerde Celal Bayar “Milli birliğinin bozulmaması için vatandaşların DP’ye girmemesi” şeklinde Halk partililerin yaptığı kötü propagandalardan şikâyetçi olurken, Adnan Menderes’te İzmir’de idare amirlerinin birer Halk Partili gibi çalışmalarından, uygulanan baskı ve yapılan korkutmalardan yakınıyordu.
Bu kritik dönemde DP’nin yoluna daha güvenle ve daha fazla halk desteği ile devam edebilmesi için güçlü bir “ele ihtiyaç vardı. DP’liler, bu güçlü el” olarak eski ve ünlü bir askeri Mareşal Fevzi Çakmak’ı düşündüler ve onunla temasa geçtiler. Cihat Baban DP’lilerin düşüncelerini şu sözlerle açıklamaktadır:
“1946 Nisan ayı. CHP seçimleri yenilemeye karar vermiş olduğu için, Halk partisi ile Demokrat parti arasında çatışmalar alabildiğinde sertleşmişti. (Terakkiperver ve Serbest Fırkaların başına gelenler) aslında DP muhalefetini yaşatmak isteyenlerin gözünü açmaya yaramıştı. Öyle bir tedbir almak gerekirdi ki, DP ne Terakkiperver, ne de Serbest Fırka’nın akıbetine uğrasın. Bu tedbir, Mareşal Fevzi Çakmak’ı küskünlüğünden istifade ederek muhalefet saflarına çekmek, böylece siyasi hayatta DP’ye oy verecek vatandaşa bir nevi emniyet kalkanı temin etmekti.
DP vatandaşa “CHP iktidarı DP’yi feshedemez, senin Serbest Fırkanın kapatılmasında olduğu gibi belalar gelemez. İşte İstiklal Savaşının üç büyüklerinden bir tanesi, Mareşal Fevzi Çakmak, senin önünde göğsünü sana siper etmiş. Sana zarar verecek, seni fişe geçirecek, fabrikadan attıracak, sana memuriyet vermeyecek olan iktidarın, bütün bu zorbalıkları yapabilmesi için evvela Mareşali tasviye etmesi lazım. Bu ise yürek ister buna kimse teşebbüs edemez” demeliydi.”(4)
Tasvir gazetesi Başyazarı C. Baban’ın DP adına teşebbüsleri başlangıçta olumsuz cavap alır. Mareşal kendisine “Hiçbir şey istemiyorum, bana Saraçoğlu geldi, Milletvekilliği ve arkasından da Meclis başkanlığı teklif etti, reddettim. Askerlikte ihtiyarlayan, işe yaramayan adamın, politikada hizmeti olur mu?” cevabını verir. Bunun üzerine Baban Mareşal’e Napolyon’un bir sözünü hatırlatır:
“General 60 yaşını buldu mu, onu askerin başından çekmeli, şerefli, fakat rahat bir milli göreve nakletmeli.”(5)
Daha sonra DP’nin teşebbüsleri devam eder ve Baban ikinci defa Mareşal’i ziyaret ettiğinde görüşmeler şu şekilde gelişir:
“Söz sözü açtı, Bayar’ın teklifi bahis konusu olunca:
 Ben bir partinin adamı olamam, dedi. Bayar’a da bunu söyledim. Bu sebepten dolayı da teklifini maalesef reddettim.
 Paşa, dedim, bir partinin adamı olamazsınız! Doğrudur. Fakat millet isterse, milletin karşısına çıkar, hayır hayır, ben senin arzuna, isteğine, bana gösterdiğin teveccühe rağmen, vazife yapmayacağım der misiniz?
Meydan savaşlarının ünlü kahramanı büyük askerin bir tereddüt geçirdiğini hissetmemek mümkün olmadı. “Millet ister mi? Milletim istiyorsa vazifeden elbet kaçmam ama, millet nasıl ister?”
Unutuldu, kenara atıldı zannedilen, üniformasından ayrı kalmakla hayattan uzaklaşmayı aynı şey zanneden adam “Millet isterse” sözünde kendisini büyüleyici bir sihir buldu. O zaman kendisine, İstanbul halkının onu bağımsız milletvekili yapmak üzere binlerce imza topladığını söyledim.
 Bana izin verirseniz, öğleden sonra tekrar geleyim, size İstanbul’da toplanan imzalar hakkında bilgi vereyim, kararınızı o zaman lütfedersiniz dedim.
Düşündü, yumuşamıştı, ordunun etrafına gölge saçan tarihi çınar, birden, baobap ağacı gibi büyümüştü, konuşurken sanki ağacın yaprakları hışırdıyordu. Sesindeki içtenliği, eski bir askerin kesin tutumuyla zedelemeden,
 Milletim isterse bir, bağımsız olmak şartıyla iki… Bu iki şartla milletvekili olmayı kabul ederim.
Bir kördüğüm çözülmüş, Demokrat Parti’nin kaderi, birden bire değişmişti.
Mareşal’in evinden ayrıldıktan sonra büyük bir hızla Sümer sokağa gittim. Bayar beni merakla hatta sabırsızlıkla bekliyordu. Odaya girer girmez:
 Oldu efendim, dedim. Mareşal adaylığını koymaya razı oldu.
Ve anlatmaya başladım. Milletin isteğiyle ve bağımsız olarak adaylığını koyacaktı.
Bayar’ın gözlerinin derinliğinde birdenbire memnuniyet kıvılcımları çaktı, yüzü sevinçten kızardı, boynuma sarıldı, beni öperken ısrarla “büyük hizmet ettin! Büyük hizmet ettin! Çok teşekkür ederim” dedi.”(6)
Mareşal’in iktidarın bütün tekliflerini(7) reddederek bağımsız da olsa muhalefet saflarında yer alması DP’nin talihini değiştiren bir olay olmuş ve partinin teşkilatlanması ve partiye katılmalar süratlenmiştir. Öyle ki 21 Temmuz 1946 günü yapılan seçimlerde DP, 49 ilde seçime katılmış ve bu illerde 273 aday gösterilmiştir. (8)
22 Temmuz 1946 seçimlerinden sonra Demokrat Pari Cumhurbaşkanı seçimi geldiği zaman İnönü’nün karşısına Mareşal’i aday olarak çıkarmış ve bağımsız Mareşal, 60 kadar oy almıştı.(9)
DİPNOTLAR:
(1) Kenan Öner, Siyasi Hatıralarım ve Bizde Demokrasi, s.18-19 (Osmanbey Matbaası, İstanbul-1948)
(2) Aynı eser, s.36
(3) Mükerrem Sarol, Bilinmeyen Menderes, s.35-36 (Kervan Yayınları, İstanbul-1983)
 (4) C. Baban, Politika Galerisi, s.95-96
(5)  Aynı eser, s.97
(6)  C. Baban, a.g.e., s.98-101
(7) Kemal Karpat, Turkey’s Politics, s.160 (The Transition to a Multi-Party System, Princeten, New Jersey-1959)
(8)  Aynı eser, s.163
(9)  C. Baban, a.g.e., s.102
Dr. M. Galip Baysan

21 Ocak 2014 Salı

46 ŞAFAĞI'NDA DEMOKRAT PARTİ

SEVGİLİ VE DEĞERLİ HALKIMIZ
BİLSİN Kİ !.. 
Cumhuriyet tarihinin en ağır bunalımlarından birini yaşamaktayız.
Türk milleti bu süreci de elbette sonlandıracaktır. Şimdilik sorumluları ve suçlarını tespit dönemindeyiz. Tedip ve tazmin dönemleri de gelecektir.
Şafak yakındır.
Yeni şafak, en az 1946’daki kadar demokrasiye, en az 1955’deki kadar kalkınmaya, en az 1966’daki kadar sanayileşmeye dönük bir heyecanla sökecektir.
Bunalımın ağırlığı ve bağlantıları, milli atılımın, inkılâpçı ve sosyal adaletçi bir programla yürütülmesini zorunlu kılmaktadır.
Gücümüz; 19 Mayıslarda, 7 Ocak 1946 şafaklarında denediğimiz birikimlerdedir.
Aşağıda 7.1.2014 tarihli bir değerlendirmeyi sunuyorum:
Hasan KORKMAZCAN
20. Dönem TBMM Başkan Vekili
46 Şafağı’nda Demokrat Parti
İki yüz yıllık bunalımlı arayış dönemlerinin sonunda, 7 Ocak 1946 tarihinde Türk siyaset tarihinin en önemli adımlarından biri atıldı. Demokrat Parti kuruldu.
Altmışlı yıllardan seksenli yıllara kadar, benim çok dinlediğim “Biz 46 Şafağı’nda Yola Çıkanlar” tanımlaması, merkez- merkez sağ siyasetin ortak kimliği oldu. Bu söylemi, demokrasi döneminin önemli hatiplerinden Talat Asal, Ali Naili Erdem ve Cevat Önder’in davudi seslerinden hâlâ duyar gibiyim.
Demokrasi, milli değerler, hukuk devleti, halka hizmet bilinci, faziletli yönetim, Cumhuriyetin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, egemen ve bağımsız bir toplum olarak dünya milletleriyle yarışmak, dünya barışına katkı, evrensel kültürü halkı Müslüman ve laik yönetimi benimsemiş bir millet olarak zenginleştirmek, dayanışma ruhuyla kalkınmasını bir arada gerçekleştirerek huzur ve refah toplumuna uzanmak hepimizin ortak hülyasıydı....
Her dara düştüğümüzde, her rehavete kapıldığımızda “46 Şafağı’nı” hatırlamak bize yeni bir başlangıç yapmanın enerjisini verirdi. Yeni başlangıçlar için hiçbir koşul bizi yılgınlığa ve bezginliğe itemezdi.
“1946 Şafağı’nda Yola Çıkanlar” bilinci, millet hizmetinde üç-dört kuşağı kozmik bir eylem bulutu gibi sarmıştı.
1957 Seçimleri’nin sonuçlarını Isparta Demokrat Gazete’nin matbaasında şafak vaktine kadar izlemiştim. O yıllarda Celal Bayar’ı, İsmet İnönü’yü, Tevfik İleri’yi, Said Bilgiç’i, Suphi Baykam’ı, Fethi Çelikbaş’ı salonlarda ve meydanlarda dinlemiştim. Adnan Menderes’le şafak vakti yollara düşüp temel atma törenlerinin haberlerini yazmıştım. “Kıbrıs Türk’tür, Türk Kalacaktır” sloganlarıyla mitinglerde konuşanlardan biri olmuştum.
27 Mayıs darbesi bu coşkuyu durdurdu. Adeta ırmağın yatağını değiştirdi. Daha önce halktan yönetime, partilerden halka geçen enerji akımı kesildi.
Büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı’nın “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiiri, içinde her sınıftan Türk insanının bulunduğu bu sinerji yumağının en güzel tasviridir.
İşte, 27 Mayıs’ta kaybedilen bu ruh olmuştur.
Anadolu’nun büyük ozanı Homeros da her destan bölümüne güzel Anadolu’nun şafaklarını anlatarak başlar: “Toprakların üstünde uyanan Şafak kızı, gül parmaklarıyla ufukları boyarken kahramanlar yola koyulur.”
Bu Anadolu Şafakları, bu binlerce yıllık yurdumuzun hep taze başlangıçlara yönelten çağrıları, atalarımızı “Uzak Asya’dan” İstanbul’a, Roma’ya, Viyana’ya koşturmuştur.
1946 Şafağı da, Milli Mücadele kahramanlarını elbirliğiyle demokratik rejimi kurma görevine ulaştırmıştı.
Zamanın Milli Şefi de, zamanın muhalefet liderleri de TBMM’nin İstiklal Madalyası’yla onurlandırdığı gazilerdi. Onlar, Mustafa Kemal Atatürk’ün silah, siyaset ve dava arkadaşlarıydı.
1950-1960 arasındaki kavgaları da sert oldu. Kırıcı oldu. Fakat bugüne kadar her kalite erozyonunda dönüp örnek aldığımız, devlet yönetiminin faziletli uygulamalarını da Türk tarihine onlar yazdılar.
1961 sonrasında bizler yine 46 Şafağı’nın ilhamlarıyla demokrasiyi yeniden inşa etmeye koyulduk.
1971 sonrasında yeni darbe saldırılarına 46 Şafağı’nın bilinciyle karşı koyduk. Bu yıllarda, demokrasinin yaralarını sarma konusunda İnönü-Bayar yakınlığına tekrar tanık olduk. Milli Mücadele’de yorgun vatanı kurtarmada birbirlerini tamamlayan rollerindeki gibi demokrasi görevi üstlendiklerini gördük.
7 Ocak 1946’da atılan demokrasi adımı tıpkı Kuvay-ı Milliye gibi, halkımızın tarih boyunca bağımsız ve egemen bir millet olarak “kendi iradesini devlet hayatına hâkim kılma” arzusuyla başlamıştır.
Biz, “1946 Şafağı’nda Yola Çıkanlar” her zor dönemeçte yeniden fazilet yolculuğuna çıkacak enerji, umut, kuvvet ve kudrete sahip olduk.
Yeniden oluruz.

9 Ocak 2014 Perşembe

Demokrat Parti iktidarı, Dr. Arslan Tekin

Demokrat Parti iktidarı
Dr. Arslan Tekin
Bazı dönemler vardır ki asla unutulmamalıdır. Kanaatimce, bu dönemlerin birincisi İstiklâl Savaşı’nın hangi şartlar altında ve nasıl zorlu bir mücadele sonunda kazanıldığı; ikincisi ise, 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelişidir. Demokrat Parti’nin iktidara gelişi basit bir olay değildir. Gerçek manada halkın iktidarı ele alışıdır. Statükonun parçalanmasıdır. Kalkınmanın ateşlenmesidir. Demokrat Parti iktidarına yalnız bu zaviyelerden bakmamak gerekmektedir. Türkiye’de, Türkiye’yi kendilerinden ibaret sayan kesimlerin, halk iktidarı karşısında hazımsızlıkları ve bu hazımsızlıkları sonunda iktidarın gaspının Türk halkında açtığı yarayı da iyi bilmek gerekmektedir.
14 Mayıs 1950… 
Halk iktidarının başlangıç tarihi…
Aradan 50 yıl geçti. Demokrat Parti’nin 10 yıllık iktidarı döneminde üç seçim yaşandı, dördüncü seçime gidilemeden 27 Mayıs 1960’ta darbe oldu. Ankara’da bir Demokratlar Kulübü vardır. Eski Demokrat Partililer bu kulüpte toplanmışlardır. Demokrat Parti’nin 75 milletvekili hâlen hayattadır. Bu milletvekillerinden bazılarıyla kulüpte görüştüm. Demokrat Parti’nin kuruluşu ve iktidar dönemiyle ilgili özel bilgiler aldım; hiç yayınlanmamış fotoğraflar temin ettim. Burada çalışmamı kolaylaştıran eski DP milletvekillerine, Demokratlar Kulübü Başkanı Hüseyin Agun, şahsıma güven duyarak özel fotoğrafları bana verme lütfunda bulunan Özer Kenan Yılmaz, Sami Soylu, Halis Tokdemir ve Osman Alihocagil beyefendilere; ayrıca, incelediğim dönemle ilgili çalışmalarını ve kaynakları gönderen siyaset ilminin genç temsilcilerinden Dr. Esat Öz; çalışmamda kolaylık sağlayan gazetemizin Ankara bürosundan İstihbarat Şefi Akif Bülbül ve foto muhabiri Ahmet Büyük arkadaşlarıma teşekkür etmek istiyorum.
Dr. Arslan Tekin
Demokrasinin milâdı Türkiye’de demokrasinin milâdı, 14 Mayıs 1950 tarihi kabul edilmiştir. Bu tarihte tek partinin iktidarına son verilmiştir. Beş yıllık muhalefet partisi Demokrat Parti iktidarı ele almıştır. 21 Temmuz 1946 yılında milletvekili seçimleri yapılmış ve Demokrat Parti de 62 milletvekili ile Meclis’e girmiştir. Artık Meclis’te iktidar partisi üzerinde kontrol kuracak, çalışmaları takip edecek bir parti mevcuttur. “Ben yaptım, oldu” denemeyecektir. CHP iktidarı sık sık tenkit edilecektir. Buna CHP’lilerin alışması gerekmektedir ama mesele böyle tezahür etmiyor.
“Aristidis Kompleksi” Şevket Süreyya Aydemir, “Menderes’in Dramı”nda, CHP’nin seçimleri kaybedişi üzerine yorum yaparken “Aristidis Kompleksi” başlığı ile şu hadiseyi anlatır: “Aristidis kompleksi nedir? Aristidis, zamanımızdan 2 bin 500 yıl kadar önce Atina’da itibarlı bir hâkimdi. Her seçimde o seçiliyordu. Aleyhinde kimse bir şey söylemiyordu. Çünkü kusursuz bir insandı. Bu yıllar boyu böyle devam ediyordu. Gene bir seçim günü ve Aristidis seçim alanına girerken, bir köylü, elinde bir midye kabuğuyla Aristidis’e yaklaştı. Bunun içine usule göre, seçilecek birinin adını yazmasını rica etti. Aristidis’i tanımıyordu. Aristidis sordu: – Kimin adını yazayım?
- Aristidis’i yazma da kimi yazarsan yaz! – Niçin? Aristidis’in büyük suçları mı var? – Hayır ama artık bıktık! Hep Aristidis! Artık bu değişmeli!.. Evet, Halk Partisi iktidarı da artık yorgundu. Halkın çoğunluğunda iktidara karşı bir bıkkınlık, memleketin havasında, artık bir rüzgâr gibi esiyordu…” * Sadece bıkkınlık değildi. Hep CHP’nin adının yazılması, insanları bizar etmesi yanında, halk yoksuldu. Ekmeği yoktu, işi yoktu… Giyimi yoktu… Cenazeyi kaldıracak imam bulmak artık bir meseleydi. Çünkü dinî okullar olmadığı için, dinî vazifeleri yerine getirecek insan yetişmiyordu.
Önceki partiler Cumhuriyet ilân edildikten sonra, bir parti etrafında toplanılması fikri doğdu. Mustafa Kemal, 1923’te Cumhuriyet Halk Fırkası’nı kurdu. Ardından Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Cafer Tayyar gibi Mustafa Kemal’in eski silâh arkadaşları Ekim 1924’te “Cumhuriyetçi Terakkiperver Fırka”yı kurarak sert bir muhalefete giriştiler. Ancak, Mustafa Kemal’in direktifi ile o zaman Başvekil olan İsmet İnönü bir kararname çıkararak, “halkın dinî duygularını istismar ettiği” iddiasıyla yeni partiyi kapattırdı. Yeni partinin ömrü birkaç ay sürmüştü. 1930’da ikinci bir parti kurma teşebbüsü daha olmuştur. “Serbest Fırka” adıyla faaliyete geçen partinin kuruluşu hakkında Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil şunları yazmıştır:
“Mustafa Kemal’in kanaatına göre, Türkiye’nin kalkınmasına ve modernleşmesine yalnız tek parti sistemi imkân verecekti. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi (Mustafa Kemal, fikir ayrılıklarını ve faydasız çekişmeleri ortadan kaldırmak için, bütün bir milleti yeni bir partinin kadrosunda birleştirmek istedi), her şekilde meşru bir muhalefetin yok edilmesi işte bu düşünceden çıkıyordu. Bununla beraber halk kitlelerinin göstereceği reaksiyonu kesinlikle bilmek isteyen Devlet Reisi, 1930’da ince bir manevra yapmağa karar verdi: Silâh arkadaşı ve sırdaşı Fethi Okyar’ın tavassutu ve teminatı ile ‘Serbest Fırka’ adında bir muhalefet partisi kurulacak idi.” (27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri, Çev. M. Ali Sevük-İ. Hakkı Akın, 1966, s. 34.) “Sözde muhalefet partisi” halktan büyük destek gördü. İstanbul, İzmir, Samsun gibi şehirlerde büyük mitingler tertip edildi. Yeni parti çığ gibi büyüyünce, kapatılma yoluna gidildi.
Kökten DP’liyiz 1916 doğumlu Hidayet Sinanoğlu, 1954-1960 arası İçel Milletvekili olarak görev yaptı. 2.5 yıl Yassıada ve Kayseri’de hapis yatan Sinanoğlu, DP için şunları söylemişti:
“Biz kökten Demokrat Partiliyiz. 1946’da Anamur’da DP’yi kurduk. İlçe ve il başkanlığı yaptık. Biz DP olarak iktidara geldiğimizde vatandaş 6 liralık yol parasını, 70 kuruşluk agnam vergisini ödeyemezdi. 1954’de milletvekili seçildikten sonra Erdemli’nin Torosların tepesindeki Çandar köyüne gittik. Kadınlar bir tarafa erkekler bir tarafa toplanmışlar bizi karşılıyorlar. Belki 10, belki 20 koyun kesecekler. Biz dedik: Ne lüzumu var… İçlerinden bir ihtiyar çıktı: – Ne diyorsun bey!… Halk Partisi zamanında agnam vergisi korkusundan bu dağların başına nöbetçi koyardık. Bizi onlardan kurtardınız.
DP Mersin’e büyük hizmetler yaptı. Mersin limanı, rafineri, Anamur sulaması, Mersin silosu, Mersin-Antalya, Silifke-Mut-Karaman yolu bizim eserlerimizdir.”
Demokrat Halk Partisi Genel Başkanı Özgen: 14 Mayıs’a herkes
sahip çıkmalıdır Demokrat Halk Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Mahmut İhsan Özgen, 14 Mayıs’ın Türkiye’nin demokrasi hayatında çok önemli bir dönüm noktası olduğunu belirterek, “Türk demokrasisi yönünden, büyük bir demokratik mesafenin alındığı, özellikle halkın oyuna ve insana değer verildiği bir gündür” dedi. Özgen, yaptığı yazılı açıklamada şu görüşlere yer verdi:
“14 Mayıs’ı, her türlü istismardan uzak şekilde, Türkiye’de milli iradenin ilk olarak kurulduğu, çok partili demokratik hayatın başladığı gün anlamında tüm siyasetçilerin kabul etmesi, Türkiye’de sadece halkoyuna ve aziz milletine gönülden güvenen gerçek aydınların varolduğunu gösterecektir. Bunu sadece bir partinin iktidara geçiş günü veya iktidarın el değiştirdiği bir gün olarak ifade eder ve bu şekilde algılanmaya devam ettirilirse; CHP’nin iktidardan düşürülüp, DP’nin iktidara gelişi şeklinde düşünülürse, bu dar görüş, günümüz Türkiye’sinde yine en büyük kısır çekişmelerin ve demokratik eksikliklerin devam ettiği günler içinde kaldığımızı gösterir. Bu açıdan dar düşünceli olmaktan kurtularak, her türlü istismardan uzak bir anlayışla geniş düşünmeye ve gerçek demokrasiye sahip çıkmalıyız.”
Yeni bir devir Mustafa Kemal Atatürk’ün 1938’de ölümünden sonra, İsmet İnönü, Cumhurbaşkanı seçildi. Demokrat Parti’nin 14 Mayıs’taki müthiş zaferini Demokrat Parti’nin mükemmelliğinde arayamayacağımız gibi, 27 Mayıs ihtilâline giden yolu da yine Demokrat Parti’nin hatalarında arayamayız. O dönemde, siyasî misyonu yüklenenlerin psikolojik yapısında ve sosyal bünyede aramak gerekir. Siyasî misyonun en başında gelen isimlerden biri İsmet İnönü’dür. Mizacını tanırsak sonraki siyasî gelişmelerin seyrini tayin etmek daha kolay olacaktır. Ünlü fikir adamı Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, İsmet İnönü’nün psikolojisini ve siyasî anlayışını değerlendiriyor: “Çekildiği köşesinden devletin başına geçer geçmez İnönü’nün ilk hareketi, Bayar’ı ve Atatürk’ün yakın mesai arkadaşlarını bir kenara itmek oldu. Ünlü selefi gibi, parti ve devlet başkanlıklarını şahsında toplayan İnönü, çağdaşları Mussolini ve Hitler’in kurdukları diktatörlükler modelinde bir diktatörlük yolunu tuttu. Esasen, ötedenberi mevcut tek parti sistemi böyle bir teşebbüse müsaitti. Köylerde jandarmanın dipçiğine, şehirlerde ise polisin copuna dayanan bir terör rejimi kurulmuştu. Sinsi ve kinci tabiatlı, dar görüşlü olan İnönü’de, Atatürk’teki ihata kabiliyeti ve fevkalâde zekâ seyyaliyeti yoktu. CHP’nin altı prensibinden yalnız üçüne itibar etti. Devletçilik, Laiklik ve Milliyetçilik (…) Ona göre, kuvvete başvurarak memleketi büyük bir kışla haline getirmek pahasına da olsa, hükûmetin otoritesini son haddine kadar artırmak lazımdı. (…) Laiklik prensibinin anlaşılışı ve tatbikatı kadar hiçbir şey, umumî efkârı İnönü’den ve onun her şeye hâkim partisinden uzaklaştırıp tiksindirmemiştir. Batı memleketlerinde laiklik, devlet ve kilisenin birbirinden ayrılmasını ifade eder; yani, biri dünya işlerini diğeri de ahiret işlerini düzenler. İnönü laikliği bu manada anlamamıştır. Komünistler gibi dine karşı yürümüş, din duygusunu ve Allah aşkını insan kalbinden söküp atmak için mücadele eden bir nevi materyalizm şeklinde görmüştür.” (27 Mayıs İhtilâli ve Sebepleri, s. 35-36.) İnönü’yü ve icraatını tenkit kimsenin haddi değildi. İkinci Dünya Savaşının bitiminde CHP’den hoşnutsuzluk artık alenen yazılıp söylenmeye başlandı. CHP içinde halkın sesine kulak verenler çıktı. Celal Bayar, 1943 seçimlerinden sonra milletvekilliğinden istifa ederek köşesine çekildi. 1945’te de CHP’den ayrıldı. Ardından Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’la birlikte CHP yönetimine bir takrir verdiler. Bu takrir üzerine Menderes, Köprülü ve Koraltan CHP’den atıldılar. 1945 senesinin sonlarında Demokrat Parti’nin çatısı kurulmuştu. Partinin program ve nizamnamesi 7 Ocak 1946’da ilân edildi.
Mühim bir inkılâp Başbakan Adnan Menderes, birinci Menderes hükûmetini kurdu. 29 Mayıs 1950’de yani seçimden 15 gün sonra Meclis’te hükûmet programını okumak üzere kürsüye çıktı: “Büyük Millet Meclisinin muhterem azaları! Dokuzuncu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin millî tarihimizde alacağı yer, her bakımdan çok büyük olacaktır. Tarihimizde ilk defadır ki, yüksek heyetiniz, millî iradenin tam ve serbest tecellîsi neticesinde, millet mukadderatına hâkim olmak mevkiine gelmiş bulunuyorsunuz. Dokuzuncu Millet Meclisinin azaları olan sizleri, Türk milletinin hakikî mümessillerini selâmlamakla derin bir gurur ve iftihar duymaktayız…(…) Şüphe yok ki 14 Mayıs, bir devire son veren ve yeni bir devir açan müstesna ehemmiyette tarihî bir gün olarak, daima anılacaktır. (…) 14 Mayıs seçimleriyle memlekette şimdiye kadar yapılanlarla ölçülemeyecek ehemmiyette mühim bir inkılâbın, en mühim merhalesi aşılmıştır. (…) Biz aynı partinin, birbirini takip eden hükûmetlerinden değiliz. Millet iradesiyle iktidara gelen bir partiyiz. Millî ve siyasî mürakabeden mahrum bir idarenin çok uzun yıllar sürüp gitmesi, birçok hataların irtikabına, birçok israflara ve ifratlara yol açmıştır.”
Yeni bir dünya kuruldu Menderes, hükûmet oluşlarından sonraki ilk nutkunu, muhakkak, tartarak ve siyasî hesaplarını yaparak vermiştir. Bu nutukta sehven söylenmiş hiçbir söz olamazdı ve olsa bile mazeret kabul edilemezdi. Menderes, kendisinin de bir zamanlar mensup olduğu CHP dönemini hemen tamamen kapatıyor ve yeni bir anlayışla yeni bir dünyaya açıldığını ilân ediyordu. Böyle bir nutuk, oyla gelen insanların kolayca söyleyeceği nutuk değildi. Menderes öyle ezici bir çoklukla iktidarı ele aldı ki, bu desteğin ilelebed devam edeceği fikrine vardı. Halkın geçmiş iktidara karşı duyduğu nefret, bunun yanında DP’nin farkını ortaya koyacağı icraat iktidarda kalmaya yetecekti. Bu nutuk, üzerine herkes kendi meşrebine göre yorumlar yapmıştır.
AĞA Menderes 1909 yılında doğan Ali Ulvi Arıkan, 1954-1957 yılları arası Niğde Milletvekili oldu. Orduda astsubaylıktan üsteğmenliğe yükseldikten sonra ayrılmış ve ithalat-ihracat işleriyle uğraşmış. Niğde’de DP’nin kurulmasını sağlamış ve sonra il başkanlığı yapmış. 1960’ta milletvekili olmadığı için Yassıada’ya gitmedi. Arıkan, o dönemi şöyle anlatıyor: “Emekli bir binbaşı vardı. Ben Nevşehir’de Demokrat Parti’yi kurdum, sen de burada Demokrat Parti’yi kur, dedi. Bu dönemlerde partiyi ağzınıza alsanız mahallî zabıta, vali başta ağır baskılar yapıyor. İşimin bozulmaması için bir başka arkadaşa kurdurduk. Sonra ben de katıldım. Menderes’le bir hatıram şu: Muzaffer Kurbanoğlu grup başkanıydı. O zaman grup başkan vekili denmezdi. Kurbanoğlu: ‘Ulvi, akşam Ağa ile beraberdik. Menderes rahmetliye Ağa derlerdi. Geniş toprakları var ya… Büyük illerden ikişer, küçük illerden de birer kişi gelecek, Ağa’nın evinde, seçim meselesini konuşacağız’ dedi. Ertesi günü dedikleri saatte Çankaya’daki Adnan beyin evine gittim. Samet Ağaoğlu da oradaydı. Salona geçtik. Sol odadan Adnan beyin sesi geliyordu. Kapıyı araladım. Karşısında Bursa milletvekili Agâh Erozan var. Samsun milletvekili Muhyittin Kefeli ve daha birkaç arkadaş. Adnan Beyin vatanperverliğine misal olduğu için bu hatıramı söylüyorum. Agâh bey, Adnan beye diyor ki: ‘Efendim, muhalefet, plânsız, projesiz siyasî yatırım yapıyorlar. Bu kadar şeker fabrikası, bu kadar çimento fabrikasını nereye verecekler, toprağa mı gömecekler, diyorlar. Bir plânlama kurarsak, bu menfiliği kırarız. Benim bunları dile getirmem, seçime gidiyoruz, seçimi kaybederiz, diye söylüyorum.’ Başvekil: ‘Bak Agâh Bey, eğer ben yüzde 84’lerin – yüzde 84 insanımız köyde yaşardı – kalkınması pahasına ben seçimi kaybedeceksem, öper başıma koyarım.’ dedi. ‘Ama üzülmeyin… Belki fire veririz ama tek başımıza iktidar olacağız.’ diye devam etti. Efendim, ikinci hatıram Refik Koraltan’la ilgili… DP iktidar oldu 1950’de… Koraltan’ı Mithatpaşa Caddesindeki evinde ziyarete gittik. Konyalılar da gelmişlerdi. Onlar Koraltan’a sordular: ‘Efendim, sebeb-i ziyaretim, istirhamımız, ezanı Arapça yapalım.’ O zaman Türkçe okunuyordu. Koraltan düşündü, düşündü cevap verdi: “Haklısınız ama buna ben re’sen karar veremem. Biraz zaman geçsin, inşallah o da olacak’ dedi. Bunda yine Konyalılar öncü oldu. Biliyorsunuz. Dinî konularda Konyalılar öncüdür!”
Bir devrin sona erdiği gün Başbakan Adnan Menderes, 14 Mayıs 1950 seçiminden sonra yaptığı ilk konuşmada, “Şüphe yok ki 14 Mayıs, bir devre son veren ve yeni bir devir açan müstesna ehemmiyette tarihî bir gün olarak, daima anılacaktır. 14 Mayıs seçimleriyle memlekette şimdiye kadar yapılanlarla ölçülemeyecek ehemmiyette mühim bir inkılâbın, en mühim merhalesi aşılmıştır” demişti.
Halkın iktidarına karşıydılar Kemalist ideologların başında gelen Şevket Süreya Aydemir, Menderes’in sözlerini şöyle tenkit etmiştir:
“Yeni iktidarın ilk günü, iyi başladı denilemez. Hem Atatürk’ün, hem gelmiş geçmiş inkılâpların, yalnız hatırlanmayışı değil de, bir nevi inkâr edilişi, iyi bir başlangıç sayılamazdı. Çünkü bu suretle, arkada kalanlarla bütün bağlar kopuyordu. Bütün köprüler yıkılıyordu. Sanıyorum ki, bu bağların kopuşu, bu köprülerin böylesine yıkılışı, Demokrat Parti iktidarını ve Menderes’i memlekette ve parlamentoda, yıllar yılı olgunlaşıp gelen tarihî gelişmenin biraz dışına atmıştır. Ve onlara yeni bir devrin, yeni bir nizamın, ancak şimdi, yani kendileriyle başladığı gibi yanlış bir benlik şuuru vermiştir. Başvekilliğe kadar normal yollarla gelen Menderes’in bu ilk ve aşırı çıkışı, öyle sanıyorum ki, 1950-1960 arasındaki çatışmaların ve sonuçların meydan alışında önemli bir sebep bir faktör olsa gerektir…” (Menderes’in Dramı, s. 208. )
Neden DP? Demokrat Parti, Aydemir’in, “keşke demeseydi, keşke yapmasaydı” mealindeki yorumlarına muvafık hareket etseydi, Adnan Menderes, kesin bir farklılık ortaya koymasaydı, varlık sebepleri olmayacak, dolayısıyla CHP’nin bir fraksiyonu görüntüsü verecekti ki, bu da halkı tatmin etmez, yeni arayışlara iterdi. Eski DP Milletvekili Halis Tokdemir bana şunu demişti: “Daha önce de parti kurulmuştu. Meselâ halkın içinde ‘kuzu partisi’ diye anılan Nuri Demirağ’ın Millî Kalkınma Partisi’ne halk itibar etmedi. Halk Atatürk’ü seviyordu. Hem de çok. Atatürk’ün arkadaşı, son başvekili Celal Bayar kalkıyor bir parti kuruyor. İlk zamanlar halk Menderes’i bilmiyordu. Hususiyetlerini tanımıyordu. Celal Bayar öndeydi. Atatürk’ün arkadaşının öncülüğü partiyi halkın nezdinde kabul ettirdi.” 27 Mayıs 1960 İhtilali’ne götüren ruh hâlini vermek için Demokrat Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi arasında cereyan eden çekişmenin şiddetini ortaya koymamız gerekir.
Hâlbuki, Demokrat Parti’yi kuranlar da önce CHP’li idiler. Bu kadar birbirlerine karşı hırçınlaşmaları ve garezkâr hareketleri, halk tabakalarına da giderek yayılmış ve particilik neredeyse şahsîleştirilerek bir ölüm kalım mücadelesi hâline getirilmiştir. Seçim dönemine ait bir anekdotu nakletmek isterim. Muhalefetin korkusu, DP’nin kazanacağının belli olmasıyla birlikte İsmet İnönü’nün akıl almaz bir oyuna girip seçim yapmaktan vazgeçeceği idi. DP’de mukabil oyunlar geliştirmiştir. Celal Bayar İttihatçı geleneğinden gelen bir politikacıdır. O da İsmet İnönü kadar politikanın kurnazlıklarını bilmektedir. 14 Mayıs seçimlerinden önce DP teşkilâtına gizli bir haber salar ve der ki: İsmet İnönü’nün seçim gezilerine katılacak ve onu alkışlayacaksınız!
Buradaki maksadı, İnönü’nün seçimlerden vazgeçme tavrını ve sandıklara müdahalesini önlemektir. İnönü, etrafındaki kalabalığı ve coşkuyu gördüğünde, seçimi kazanacağına emin olacaktır. Seçimden bir hafta evvel İzmir’dedir.
İnönü kendisini karşılayan ve alkışlayan kalabalıktan son derece mesrurdur.
Gazetecilere DP’yi kastederek şunu söyler: 
“Ben bunları yenerim. Siz de görürsünüz!”
Üç grup Samet Ağaoğlu, ki Demokrat Parti milletvekili ve bakanlarındandı, “Arkadaşım Menderes” adlı kitabında Demokrat Partinin sosyal yapısı hususunda şu tespitlerde bulunur: “D.P.; köylü, işçi, esnaf, yeni fikir ve görüşlerin etkisi altında genç aydınlar ve bunların aralarında, Halk Partisi’nden çeşitli sebeplerle ayrılanların, el ele ayaklanmaları şeklinde doğmuştur. Partinin idareci kadrolarına da, bu bünyesine uygun olarak, demokrasiye yüzde yüz inananlarla, başka ideolojilere bağlananlar ve sadece şahsî çıkarlarının peşinde olanlar da girdiler. Böylece, Demokrat Partinin çatısı altında üç grup insan toplandı: – Demokrat idealine bağlı genç idealistler, – Demokrat idealine bağlı tecrübeli idealistler, – Demokrat Parti’nin temsilcisi bulunduğu idealle ilgili bulunmayanlar…” (s. 63)
Bunun yanında 1950’li yıllardan beri politikanın içinde yer alan Dışişleri eski Bakanı Prof. Dr. Turan Güneş, Demokrat Parti iktidarına “aydınlar”ın bakışını şöyle değerlendiriyordu: “Arapça ezan gibi birçok konuda DP’nin en basit, en kolay, en demagojik yolları seçtiği söylenebilir. Ama bu, olayın çıplak gerçeğini ortadan kaldırmaz. Türkiye ilk kez bir çeşit sivil topluma yöneliyordu. Yahut bir başka deyimle, halk şimdiye değin yabancısı bulunduğu iktidarı ele geçiriyor veya etkilenebiliyordu. Bunun sonucu, bu kez seçkinlerin yeni iktidar modeline yabancılaşması olmuştur. Seçkinler, kendilerini aşan, kendi değer yargılarına ters düşen ve çağ dışı saydıkları bu modeli bir türlü kabul edememişler, daha doğrusu böyle bir toplumda yerleri ve işlevlerini saptayamamışlardır.” (Araba Devrilmeden Önce, 1983, s. 102-103.)
Bayar ve İnönü barışı Hüseyin Agun, Demokratlar Kulübü Başkanı. Agun, 1913 doğumlu. Orman Başmüdürü iken 1954 seçimlerinde Meclis’e girdi. 2.5 yıl hapis yattı. “Demokrat Parti İktidarının Kıbrıs Politikası 1950-1960” adlı bir de kitabı vardır. Celal Bayar’la İsmet İnönü’nün barışmasına şahit oldu: “Celal Bayar İstanbul’dan Ankara’ya gelmişti. Hapis yattıktan sonra oluyor. Mevhibe İnönü telefon ediyor: ‘Beyefendi, sizi Paşa Hazretleri beş çayına davet ediyor. Ben de pasta yaptım. Lütfen teşrif ediniz’ diyor. Bayar’ın damadı Ahmet Gürsoy’un evi Ankara’daydı. Bayar orada kalırdı. Davet geldiği sıra, Çorum milletvekili arkadaşımız vardı, kazada vefat etti, onun evindeyiz. Celal Bayar telefona gitti. Sonra bize: ‘Mevhibe Hanım telefon etti, böyle şey söyledi. Ne dersiniz?’ diye sordu. ‘Beyefendi’ dedik. Davete icabet etmeniz lâzım. Bu iş kalksın ortadan. Böylece barışıyorlar. Adalet Partisi, cesaret edip de bizim affımız ve haklarımızın iadesi için bir adım atamadı. Yine İnönü meseleyi Meclis’e getirdi, onlar da imzayı attılar.”
Demokratlara bürokrat tepkisi Dr. Esat Öz’ün Demokrat Parti iktidarı ile ilgili önemli tespitleri bulunmaktadır. Öz, özellikle bürokratların ve aydınların DP iktidarı karşısındaki tavırlarını ele alır ve yorumlar. Sivil bürokrasi ise yeni siyaset sınıfına ve siyasete ‘elitist’ yaklaşmakta, onu küçümsemektedir. 1950’lerdeki siyaset, ‘politikanın sokağa (ayağa) düşmesi olarak tanımlanmış ve siyasî elitin bürokratik mekanizmadan çok, iş adamları ve geniş halk kitleleri ile temasta olduğundan şikâyet etmiştir. Entellektüel elitin bakışı da bürokratik elitin bakışından farklı değildir. Demokratların pragmatik politikasına tepki göstermektedirler.
Menderes’i hazmedemediler Elitlerin, bürokratların DP’lilere bakışı farklıdır. Dr. Esat Öz, sonuç olarak şunları yazar: “Bir tarafta, sosyo-ekonomik gücü ve prestiji giderek artan ticaret-sanayi erbabı ve köylü sınıfıyla birlikte DP; diğer tarafta ise prestijini ve ayrıcalıklı statüsünü kaybetmeye başlamış bir sivil-asker bürokratik elitle onun sözcülüğünü üstlenmiş CHP yönetimi. Bu iki “blok” arasındaki amansız rekabet ister istemez dönemin hem siyasal söylemini hem de pratiğini şekillendirmeye başlamıştır. (Ö) Asker-sivil bürokratik elitle entelektüel elitin 1950’lerdeki DP politikasına 27 Mayıs darbesiyle verdiği cevap, demokrasi yolunda alınan mesafenin önemini azaltmış, yeni gerilimlerin tohumlarını ekmiştir.” (“Türkiye’de Demokrasinin Gelişimi ve Demokrat Parti”, Türkiye Günlüğü, Yaz 1998, s. 35-36.)
Demokrat Parti, iktidara geldiğinde ordu içinde kıpırdanma olmuş mudur? Rivayet muhtelif… Zaman zaman yazılan bir hikâye vardır… Bu hikâye İsmet İnönü’nün başbakanlığı sırasında, Günvar Otmanbölük tarafından 1962’de Yeni İstanbul Gazetesi’nde de yazılmış, ancak İnönü yalanlamamıştır. Olay şu: “14 Mayıs 1950’de geç saatler. Sandıklar açılmış ve oylar ekseriyet DP’ye çıkıyor. Gece Genelkurmay Başkanı Abdurrahman Nafiz Gürman hışımla makamına geliyor. Ama odasında Kara Kuvvetleri Komutanı Nuri Yamut oturmaktadır. Org. Yamut: – Paşam Demokrat Parti iktidarı kazanmıştır. Org. Gürman: – Bu adamlara memleketi teslim edemeyiz! Bu muhavere üzerine Nuri Yamut tabancasını çekiyor ve: – Meclis toplanıncaya kadar mevkufsunuz. Daha sonra ben sizin emrinizdeyim. Lüzumu ne ise onu yaparsınız. Org. Gürman enterne ediliyor ve odaya kapatılıyor. Meclis açılıp Celal Bayar cumhurbaşkanı seçildikten sonra Org. Gürman serbest bırakılıyor. 6 Haziran 1950’de toplanan Bakanlar Kurulu kararıyla Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları değiştiriliyor. Kararname 8 Haziran 1950’de 7527 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giriyor. Bu kararnameyle Org. Nuri Yamut Genelkurmay Başkanı olmuştur. Bir başka rivayet: Bir albay, Menderes’e gelmiş ve İnönü’nün etrafında toplanan bazı kumandanların darbe hazırladığını haber vermiştir. Bu haber üzerine 13 Haziran 1950’de Menderes şu ağır konuşmayı yapmıştır: “Size esefle haber vermek isterim ki, iktidara gelişimiz henüz bir ayı bulmadığı halde, bazı zaruri değişiklikleri mesele ittihaz ederek Cumhuriyet Halk Partisi, orduyu aleyhimize tahrik etmek yoluna sapmıştır. Bizim bütün çalışmalarımız memleketimizde demokrasiyi perçinlemeye matuftur. CHP, eğer başarılı bir çalışmaya girmek istiyorsa, başlarındaki iktidar hastalarını atmalıdır. Bu iktidar hastaları, havayı karıştırmak istemektedirler. Memlekette siyasi iktidarı muhtal (bozuk) göstererek, bir polemiğe, bir hücum ve taarruza geçmişlerdir.” (Menderes’in Dramı, s. 212.) Şevket Süreya Aydemir, bunu “çocukça bir ihbar oyunu” diye anlatır. Metin Toker, askerin müdahale etme talebinin “külliyen yalan” olduğunu yazar: “Asker’in 1950 seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanı İnönü’ye gidip o isterse sonuçları iptal etme teklifinde bulunduğu hiçbir asıl ve esası bulunmayan yalandır. Bunu, ordu yüksek kademesini toptan değiştirme niyetindeki yeni DP iktidarı çıkartmış, kendi yayın organı Zafer Gazetesi’ne yazdırtmış, derhal tekzip olunmuştur: Böyle bir teklif değil, böyle bir ziyaret dahi yoktur! Buna rağmen iddia tekrarlanıp durmuştur. Daha eskiye gidilirse rejimi tek partiden çok partiye, yani demokratik parlamenter sisteme geçirme kararı askerden hiçbir mukavemet görmemiştir. Zaten Milli Şef, bunun ‘icazet’ini ondan istememiştir.” (Milliyet, 22 Nisan 2000)
Muhaliflerin ve muvafıkların sözleri… İki tarafın da anlattıkları birbirine zıt.
‘İsmet Paşa gibi bir muhalif’ İhtilâlcilerden Dündar Seyhan hatıralarında bahseder. Kendisi 38 kişilik Millî Birlik Komitesi’nde olmamakla bereber, ihtilâl hazırlığının ileri safhalarında bulunmuş, ihtilâl vaktinde de Washington’a vazifeli gitmiş ve ihtilâlin ardından yurda dönmüştü.
Yassıada’da, tutuklulara çok kötü muamele yapıldığı söylentileri ayyuka çıkmıştır. MBK’nın bazı üyeleri söylentileri yerinde incelemek üzere adaya giderler. Menderes’le görüşürler. Dündar Seyhan’ı okuyalım: “Numan Esin; geçen on yıllık hükümet etme sonunda iktidarlarının ihtilâlle sona erişi bakımından, olayların sorumluluğunu inceleyip incelemediğini ve bu incelemede şahsen bir vicdan muhasebesi yaptıysa neticesinde neye ulaştığını sual olarak ortaya getirdi. (…) (Menderes) Her olaydaki yanlış tutumlarına muhalefeti sebep, saik ve müşevvik olarak gösteriyordu. (…) Sonra: – İhtilâl gelişi ile bizi de, Türkiye’yi de bir uçuruma yuvarlanmaktan kurtarmıştır. Dedi.
Yaptığı açıklamalar karşısında bir nokta özel bir önem kazanıyordu.
Ortaya getiriverdim. – Adnan Bey, dedim. 1950’de tamamen meşru olarak iktidara geldiniz. Milletin ekseriyet reyiyle 10 sene iktidarda kaldınız. Yukarıdaki izahatınızla, bu memlekette her meşru olarak iktidara gelen parti tutumu ve tedbirleri ne olursa olsun memleketi on sene sonra ihtilâle mi götürür demek istiyorsunuz? Biraz düşündü… Yarı gülerek; – Muhalefet lideri İsmet Paşa olursa, evet, dedi.” (Gölgedeki Adam, s. 124.)
Hırçınlığın zararı Demokrasi hırçınlıkla başlamış, muhalefet ve iktidar, amansız bir düşmanlık yolu tutmuş ve sonunda ihtilâle gelinmiştir. Yukarından beri izah ettiğimiz ruh hâlini Menderes de tespit etmiştir. İnat ve gayz insanların basiretini bağlıyor ve meseleyi daima şahsîleştiriyor. Oysa ki, politikacı kendisi için değil, cemiyet için vardır ve varlık sebebi de cemiyettir. Türkiye’nin demokrasiye geçişinde sancı büyük olmuştur. Demokrasiye geçişinin sancısının büyüklüğü kadar demokraside siyasîlerin tavrını hazmedip hatasıyla sevabıyla kabullenmek de o derece zor olmuş ve netice ihtilâle gelip dayanmış.
Enver Paşa’nın masası DP’nin Millî Savunma Bakanı idi. Bu fotoğraf 1953’te Celal Bayar’la birlikte alınmıştır. Kenan Yılmaz’ın sağ omuzunun ardında görünen Celil Gürkan’dır. Celil Gürkan, o zaman binbaşı rütbesinde ve Kenan Yılmaz’ın yaveriydi. Gürkan, Cunta, 9 Mart 1971’de ihtilali gerçekleştirseydi, Başbakan Yardımcılığına getirilecekti. Ancak, güvendiği insanlar Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, emir kumanda zincirinde 12 Mart 1971’de Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmac’ın kumandasında Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu ile birlikte hükûmete muhtıra vermiş, Tümgeneral Gürkan ve 12 arkadaşını emekliye sevketmişlerdir. İkinci resimde Kenan Yılmaz’ın oturduğu masa Enver Paşa’nın masasıdır. Önceki Millî Savunma Bakanı Enver Paşa’nın masasına oturmuştu. Bu da tenkit edildiği için, Kenan Yılmaz bakanlığa getirilişinin ilk günü hatıra fotoğrafı çektirmek için oturmuş ve sonra masayı müzeye göndermiştir.
“Erzurum ile Tortum’u birleştireceğiz” 1957’de Erzurum’dan milletvekili seçildi. 1922 doğumlu. Ankara Hukuk Fakültesini bitirdi. Yassıada’da beraat eden 47 kişiden biridir. 1.5 yıl kadar tutuklu kaldı. AP’den Erzurum senatörü seçildi. “Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin temeli 1957’de atılmıştı. 1958’de dersler başladı. Ankara’dan Erzurum’a büyük bir misafir treni tertip edilmişti. Biz Erzurum milletvekilleri olarak o trende misafirlerle beraber gittik. Bizden bir gün evvel, uçakla Menderes ve Celal Bayar gittiler. Tren, Erzurum İstasyonu’na geldiğinde, baktık ki Menderes ve Erzurum belediye başkanımız Edip Sunguroğlu oradalar. Menderes elimi sıktı. Benim Tortumlu olduğumu biliyordu. Bana dedi ki: ‘Erzurum’la Tortum’u kavuşturacağım.’ İnşallah dedim ama, düşündüm; ne manada söylüyordu? Sonra buldum. Türkiye’nin kalkınması sanayileşmesi kafamıza yer etmişti. Erzurum’u Tortum’a kavuşturmak ekonomik manada söylenmişti. Sanayi kuruluşlarıyla birleştirecekti. Menderes hakikaten çok ihatalı bir liderdi.”
Menderes, DP iktidarını Anadolu köylerinin desteğiyle 4 yılda iktidara taşıdı Menderes’in kalkınmayı köylerden başlatması DP’nin oylarını 1954’te en yükseğe ulaştırıyor. 1957 seçimlerinde ise düşüyor. Yeni bir seçim olsaydı düşmesi mukadder olacaktı, ama bu seçim yaptırılmıyor.
Hizmet adamıydı
Demokrat Parti’nin iktidara gelişi 14 Mayıs 1950 seçimleri ama bunun zemini 1946’da atılmıştır. Bu yıl CHP 396, DP 62, bağımsızlar ise 17 milletvekilliği kazanmıştı.
Seçimlerin normal şartlar altında geçmediği herkesçe biliniyordu. Oylar açıktan atılmış, sayım ise gizli yapılmıştı. Bu anormal bir durumdu.
Ali Fuat Başgil, “Bu 62 mebusluk, muhalefeti tatmin için çok zayıf, fakat halkçılara üzüntü vermek için kâfi bir başarı idi. (…) Demokratların durumu ne kadar zayıf olursa olsun, Meclis’e girişlerini CHP surlarında açılmış bir gedik olarak kabul etmek gerekiyordu.” demiştir.
DP daha kurulalı iki yıl olmuştu… CHP nasıl kendi içinden DP’yi çıkardıysa, DP de Millet Partisi’ni doğurdu.
DP içinden bazıları Celal Bayar’a şüpheyle bakıyor ve ikili oynamakla suçluyorlardı. Sebep de anti-demokratik olarak görülen eski Mussolini yönetiminden alınmış Ceza Kanunu’nun altında, geçmişte onun da imzasının bulunması idi. Bayar, “Tarihin zaruretleri neticesi çıkardıkları bahis konusu kanunları bugünkü şartları anti-demokratik hâle getirmiştir” dese de, rakiplerini ikna edemiyordu.
DP’nin İstanbul İl Başkanı Avukat Kenan Öner, General Sadık Aldoğan, Osman Bölükbaşı, Fuat Arna ve bazı milletvekilleri DP’den ayrılıp Millet Partisi’ni kurdular. (20 Temmuz 1948).
CHP, DP bünyesinden yeni bir partinin çıkmasından memnun olmuştu, ama çok geçmeden bunun DP’nin parçalanıp ufalması anlamına gelmediğini anlamıştı. Daha muhafazakâr olan ve sert muhalefet yapan Millet Partililer, bunun yanında DP’liler ve CHP’ye iki koldan taarruz etmeye başlamışlardı.
Bunun karşısında CHP de sertleşmişti. Basın Kanunu değiştirildi. Gazeteciler takibe alındı ve bazılarının bileklerine kelepçe vurulup tutuklandı.
Köylerde zulümler arttı. Hükûmet makamlarının emirlerine uymadıkları iddiasıyla Aslanköy ve Senirkent halkı, kadın-erkek, suçlu-suçsuz ayırdedilmeden elleri bağlanarak hapishanelere gönderildi.
CHP, cop ve dipçik zoruyla iktidarını devam ettirme yolunu seçmişti. Cop ve dipçik zoru meselesi son derece önemlidir. DP iktidarını darbeyle düşürenler ve onlara “fetva” veren koskoca profesörler DP’nin keyfî uygulamalarını ve Anayasa’yı ihlâlini ihtilâl sebebi gösterip meşruiyet aramışlardır. Öte yandan İsmet İnönü’nün tek parti döneminin yasakları, ihlâlleri, copları, dipçikleri, eziyetleri görmemezlikten gelinmiştir.
1946 seçimlerinde, bahsettiğimiz gibi, kapalı oy, açık tasnifle seçim yapılmıştı. Muhalefet, şiddetli münakaşalardan sonra, CHP iktidarını gizli oy, açık tasnife razı edip bir kanun çıkmasını sağladı.
14 MAYIS 1950 SEÇİMLERİ 
BEYAZ İHTİLÂL
14 Mayıs 1950’de yapılan seçime katılma oranı yüzde 89.3 oldu. 
DP, 4.241.393 oy almış ve 420 milletvekili çıkarmıştı. 
CHP’nin oyu 3.176.561 idi. Çıkardığı milletvekili sayısı ise 63, Millet Partisi 1 milletvekilliği kazanmış, Meclis’e üç de bağımsız girmişti. 
DP’nin oy oranı yüzde 52.7; CHP’nin ise yüzde 39.4’tür.
Yeri gelmişken, ihtilâle kadar olan seçimlerin sonuçlarına da bakalım:
1954 seçimleri:
DP: 5.151.550 (%57.6), 505 milletvekili; CHP: 3.161.696 (% 35.4), 31 milletvekili, CMP (Cumhuriyetçi Millet Partisi): 434.085 (% 4.9), 5 milletvekili; bağımsız: 1.
1957 seçimleri:
DP: 4.372.621 (% 47.9), 424 milletvekili; CHP: 3.753.136 (%41.0), 178 milletvekili; CMP: 652.064 (% 7.1), 4 milletvekili.
* * *
Yukarıda görüldüğü gibi DP 1954’te en yüksek oya ulaşmış, 1957’de ise bu oranda düşme görülmüştür.
Ruhu için Fatiha
Millet Menderes’i çok sevmişti. Kalkınma ve halkın inancına saygı halkın DP etrafında kenetlenmesine yetmişti. Ankara Tunus Caddesi’nde Köprülü Apartmanı’nda dinlediğim eski 
DP’liler Menderes’in hizmet aşkı üzerinde hemfikirdiler.
Ekrem Dikmenoğlu, Trabzon DP İl İdare Kurulu üyesi. 1933 doğumlu. İstanbul Yüksek Ticaret Mektebi mezunu. 1961-1977 arasında Adalet Partisi’nden Trabzon milletvekilliği yaptı. Menderes’in kalkınma ve imara verdiği önemle ilgili hatıralarını anlattı:
“İstanbul sahil yolu yapılırken, şantiye şefliği yapan bir arkadaşım vardı. Gebze’de askerliğimi yapıyordum. Şoförümle sahil yoluna gelmiştim. Kırmızı plâkalı arabaları görünce, cipten indim. Menderes gelmişti. Yanına varıp elini öptüm. Menderes çakıl yığının bir tarafına oturmuş, işçiler de oturmuş şantiye şefi arkadaş izahat veriyor. Menderes o sıra, işçileri göstererek, sordu: ‘bu çocuklara sabahleyin ne veriyorsun?’ O da: ‘Çay, zeytin, peynir, reçel…’ deyince Menderes: ‘Evlâdım, bunlar ağır işçilerdir. Bundan sonra kazan kaynatacaksın. Kahvaltıyla çalışamazlar.’ dedi.
Ankara’ya milletvekili olarak geldiğimde, Topal Osman’ın çetesinde bulunmuş, Süleyman baba diye bir şoför vardı, Meclis karşısındaki taksi durağında. Onun arabasıyla Bendderesi tarafına gittim. Yeni açılan yolun kenarında bir kayalık yerde indi.. Dua ediyor. Duası bitince arabadan indim dedim ki: ‘Süleyman Baba, kime okudun bu duayı?’ Süleyman Baba anlattı: ‘Senelerce Bendderesi taşar ve insanlar boğulurdu. Bir akşam arabama bir zat bindi. Buraya geldik. Şantiyeleri dolaşıyor. Arabada pasta falan çıkarıyor, kendisi yerken bana da ikram ediyor. Bendderesi’ne geldik. İndi, inceledi. Sonra arabaya bindi, bana: ‘Çek evlâdım başbakanlığa.’ deyince uyandım. Arabaya binenin Menderes olduğunu anladım. Arabadan indim, elini öptüm. Kendisini başbakanlığa getirip bıraktım. Gece sabaha kadar dolaştığımız için iki yevmiyemi peşin verdi. ‘Bu akşam çalışmayacaksın, yarın sabahtan itibaren çalışırsın.’ dedi. Müşterim kim olursa olsun, buraya geldiğimde mutlaka Menderes’in ruhuna Fatiha okurum.’
Demokratlar Kulübü
“Demokrat Kulübü” yerine “Siyasî, İçtimaî Terbiye Kulübü” desek yeridir. En küçüğü 80’e merdiven dayamış DP milletvekilleri son derece alicenap ve nazik insanlar… O vakitte mi öyleydiler, yoksa zaman mı onları yoğurdu bilemiyorum. Ama artık tükenmeye yüz tutmuş birer insanlık nümunesi gibi göründüler bana. Bu insanları Köprülü Apartmanı’ndan alıp hemen karşılarındaki TBMM binasında bir odayı tahsis etsek, bütün milletvekilleri için mutlak bir kazanç olacaktır. Fotoğrafta yer alanlar: Osman Alihocagil, Ekrem Dikmenoğlu, Özer Kenan Yılmaz, Hidayet Sinanoğlu, Hüseyin Agun, Ahmet Nuri Kadıoğlu, Halis Tokdemir, Sami Soylu, Dursun Tosun…
“Otuz sene sonra TBMM bizi akladı”
Konya milletvekili… 1916 doğumlu. Ankara Hukuk Fakültesi mezunu. Meclis’e DP’den 1957’de girdi. 2.5 yıl hapis yattı: “Menderes’i çok severdik, sayardık. Şöyle bir hatıramız oldu. 1960 ihtilâlinden bir hafta önce Konya milletvekilleri olarak onu ziyarete gittik. Arkadaşlardan birisi dedi ki: ‘Beyefendi ihtilâl olacak diyorlar. Herhâlde bir tedbir almışsınızdır. ‘Menderes: ‘Benim her şeyi delip geçen keskin bir zekâm vardır. Eğer ben orduya güvenmesem, tâ İstanbul’a en yakın yere kadar orada garnizon kurmazdım. Tabiî biliyormuş ama böyle gösteriyordu. Yassıada’da 400’e yakın DP milletvekili vardı. Bunun 350 küsuru 5 yıl 2 aydan başlamak üzere müebbede kadar hapse mahkûm edildiler. Sonra af çıktı, 2.5 sene yattıktan sonra tahliye edildik. Yalnız bizi teselli eden şey şu: bizi “TCK’nın 146. maddesine göre Anayasa’yı ihlâle teşebbüs”ten mahkûm etmişlerdi. Vatan haini olarak ilân etmişlerdi. Ama karardan 30 sene sonra TBMM’den iade-i itibar kanunu çıktı. O kanunda diyor ki: ‘Yassıada’da Yüksek Adalet Divanı tarafından verilmiş olan cezaî, hukukî, malî bütün kararlar keen lem yekûndur. Yoktur. Bu bizi teselli etmiştir.”
DP halkla bütünleşti
DP, iktidarı “Yeter söz milletindir!” sloganıyla almıştı.

14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra milletvekilleri Ankara’da toplandılar. Önce yeni bir cumhurbaşkanı seçildi.
Bazı genç milletvekilleri Celal Bayar’ın cumhurbaşkanı seçilmesine karşıydılar. Bunlardan biri de Gümüşhane Milletvekili Halis Tokdemir’di. Tokdemir, parti içinde demokratik tavırların her zaman konduğunu belirtiyor. Tokdemir, 1950-1957 arasında Gümüşhane Milletvekilliği yaptı. Ortaokuldan sonra İstanbul’a geldi, Sen Josef ve İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu. 1920 doğumlu. Kendisiyle yaptığım konuşmayı veriyorum:
“Herkes fikrini söyler”
“Daha 26 yaşındayken, 1946’da İstanbul Kuzguncuk parti teşkilâtını kurduk. 1946’da seçim oldu. Ben sandıkları gezdim. Kuzguncuk’ta çok sevdiğim bir arkadaşımın babası, mal müdürü idi, emekli. Sandığın başına onu oturtmuşlar. Memurlar CHP’dendi. Akşam olmuş; vakit dolmuştu. Bey amca sayım yapmıyor muyuz? diye sordum. ‘Ne sayımı yahu! Ben oyları yırttım!’ Oylar yırtılmaz, sayılması gerekir, dedim. Bana: ‘Sen karışamazsın. Ben burada yetkiliyim’ dedi. Oyları saymadı.
Biz Menderes’i çok severdik. Ama her dediğini yapan bir mebus değildik. Menderes’e zaman zaman karşı gelenlerden birisiyim. Demokrasi babında karşı geliyorduk. Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanı olmasına gençler olarak karşıydık. Partinin başında kalmasını, tecrübeli bir başbakan olarak memleketi idare etmesini istiyorduk. Onun için cumhurbaşkanlığına rey vermedik.
Menderes, çok sevdiğimiz, eski talebe liderim Tevfik İleri’yi grup başkanlığına aday göstermişti. Biz de Tevfik ağabeyin karşısında Antalya Milletvekili Dr. Burhanettin Onat’ı destekliyorduk. Nitekim Onat kazandı.
DP’yi Türk Milleti seçtirdi, Türk milleti kaybettirdi, ihtilâli de Türk milletinin yaptığına kaniim.”
Eski Niğde Milletvekili Ali Ulvi Arıkan da, partide parti başkanının hegemonyasının olmadığını, herkesin fikrini açık açık söylediğini belirtmişti.
Celal Bayar, 22 Mayıs’ta, 387 milletvekilinin oyu ile cumhurbaşkanı seçildi. Refik Koraltan Meclis Başkanı, Adnan Menderes Başbakan, Fuat Köprülü Dışişleri Bakanı oldu. Parti kurucusu bu dört kişiden Köprülü, eski arkadaşlarıyla anlaşamadı ve 1957’de ayrıldı. Diğer üçü 1960 yılına kadar aynı vazifede kaldılar.
Halk için
Demokrat Parti iktidara geldiğinde üç önemli karar almıştır ki, bu halkla bütünleşmenin de başlıca gayesi olmaktaydı.
Birincisi; ezanın Arapça okunması kararı. Bu karar sadece DP’nin değil, aynı zamanda CHP’lilerin de görüşü olduğu için karar ortak alınmıştır.
İlkokuldan itibaren çocuklara dinî eğitim verilmesi. Öncaki iktidar zamanında dinî eğitim okullarda verilemiyordu. DP, ilkokul dörtten itibaren dinî eğitimi seçmeli olarak okutulması için kanun çıkarttı.
Üçüncü bir karar da, Türkçeleştirmek adına 1924 Anayasası bozulmuştur. Eski metne geri dönüldü.
Hatalar
Zaman içinde bazı hatalı yollara da girilmiştir. Bu hataların belli başlısı Türk Milliyetçiler Derneği’nin kapatılmasıdır. Türk Milliyetçiler Derneği’nin gayesi “Bir taraftan gençler arasında yapılan komünistlik propagandasını önlemek, diğer taraftan da memleketin manevî değerlerini, örf ve âdetlerini korumak” idi. Bu derneğin kapatılmasına sebep de, Vatan Gazetesi sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman’a Malatya’da yapılan suikasttir. Yalman suikastte yaralanmıştı. Suikastçı Hüseyin Üzmez’in fikren Türk Milliyetçiler Derneği’nden beslendiği iddiasıyla bu dernek kapatıldı.
Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, Demokrat Parti iktidarının Türk Milliyetçiler Derneği’ni kapatmasını büyük bir hata olarak görür:
“Türk Milliyetçiler Derneği’nin kapatılmasından sonra meydanı boş bulan CHP durmadan üniversite gençliği arasında birbiri ardısıra çeşitli tahrik yuvaları kurdu. Bilhassa ‘CHP Gençlik Kolları’, ‘Devrim Ocakları’, ‘Mustafa Kemal Derneği’ gibi adlarla kurulan bu cemiyetlerin her birinin gayesi, üniversiteli gençleri İnönü’nün partisine sokmak idi. DP ise CHP’nin giriştiği bu faaliyet karşısında hareketsiz duruyordu. İşlediği hatanın büyüklüğünü ancak 28 Nisan 1960’ta İstanbul Üniversitesi talebelerinin ayaklandığı gün anlayabildi.” (27 Mayıs İhtilâli ve Sebepleri, s. 98.)
Seçime gidilecekti
1960 darbesinden bir gün önce de, Menderes, Eskişehir’de yeni seçime gidileceğini açıklamıştı. Bunu açıklama ihtiyacı duymasının sebebi, ortalıkta seçim yaptırılmayacağına dair dolaşan şayialardı. Menderes’in yaptığı konuşma:
“Maalesef bir aydan beri çok mühim hâdiseler cereyan etmektedir. Bu hadiselerin manası, seçim isteği değil, fakat zorlama ile iktidara gelinebilir mi, yoklamasıdır. Milletin olgunluğuna ve demokrasinin faziletine inanıyoruz. Gayrimeşru yollarla iktidara gelmek ve gitmek kabul edemeyeceğimiz birşeydir. Türk milleti demokrasiye ve DP’ye sadıktır. Yolumuz seçim yoludur. Seçimden başka iktidara gelme yolu olmadığını herkesin bilmesi gerekir.” (Nazlı Ilıcak, 15 yıl Sonra 27 Mayıs Yargılanıyor, C. 1, 1975, s. 150.)
‘Babanız öldü’
En çarpıcı örneklerden biri, herhâlde DP döneminin Millî Savunma bakanlarından Kenan Yılmaz’ın oğlu, eski 1977-1980 arası Adalet Partisi’nden Bursa Milletvekili Özer Kenan Yılmaz’ın anlattıklarıdır:
“Rahmetli Refik Şevket İnce, Millî Savunma Bakanı oldu. Sivilleştirme harekâtına başlamak üzere rahmetli babamı (Kenan Yılmaz) Millî Savunma Müsteşarı yaptı. 14 Mayıs’ı Demokrat Parti kazanmamıştır; Halk Partisi kaybetmiştir. 1954’te ancak Demokrat Parti kazanmıştır. Halk Partisi’ne duyulan bir tepkidir. Vergilere duyulan bir tepkidir. Karnelere duyulan bir tepkidir. Sıkıntıdır. Üzüntüdür ve iyi idare edilememektir. Babam 1951 ara seçiminde Bursa Milletvekili oldu. Seyfi Kurtbek kurmay albaydır. Millî Savunma Bakanı idi. Enver Paşa’nın masasını getirmiş, makam masası yapmıştır. Genelkurmay Başkanı’na hitabı ‘Bana Nuri’yi çağırın!…’ türündendir. Menderes’e ve Bayar’a gidilmiş ve eğer bu adamı almazsanız ‘Vururuz!’ denmiştir. Seyfi Kurtbek alınmış ve rahmetli babam gelmiştir. Babam 6 Ağustos 1961’de Yassısada’da, 59 yaşında kalp krizinden ölmüştür. Bir cumartesi günüydü. Telefon ettiler: ‘Babanız vefat etti. Cenazesini almazsanız, biz kaldırırız’ dediler. Babamın cebinden 350 kuruş çıktı. Bir tanıdıktan aldığımız parayla cenazesini kaldırdık. Cenazesinde 15 kişiden fazla insan olmayacak dediler. 16 kişiydik. Yeğenleri, çocukları ve gelinleri. Bir tanesi çıksın, dediler. İstanbul’da Kasımpaşa’da bir camiden kalktı. Ve benim bir ahdim vardı. Yemin ettim, tekrar seni TBMM kürsüsüne çıkaracağım diye. Ben TBMM kürsüsüne çıktığımda cebimde babamın mezar toprağı vardı. Bu orduya olan bir kin değil. İsmet Paşa diyor ki: Biz ihtilâlin ne içindeyiz, ne dışında. İhtilâli yapan sensin! İhtilâl 1954 seçimleri kaybedildiği vakit kararlaştırılmıştı.”
‘Suçumuz yoktu’
1954 – 57 yıllarında Niğde Milletvekili olan Ahmet Nuri Kadıoğlu, o günleri şöyle anlatıyor:
“1957’de aday olmadım. Beni emekliliğimi doldurmak için Ziraat Bankası Tetkik üyeliğine tayin ettiler. İhtilâl olduğunda, milletvekili olmadığımız hâlde bizi de tutukladılar. Bir tayyare meydanına götürdüler. Yassıada’ya gideceğiz. Tayyarenin içinde bir başta bir subay, diğer başta da bir subay, silâhları bize tutulmuş. İstanbul’da askerî meydana indik. Bir ihtilâlci geldi, bize bağırdı: ‘Hepiniz karılarınızı Menderes’e peşkeş çekmişsiniz’ dedi. Hiç sesimi çıkarmadım. Tuttuklarını tayyareden aşağı atıyorlar. Ben ise kendim atladım. Baktım iki sıra asker. Aralarından geçeceğiz. Gidenlere tekmeyi vuruyorlar. Tam minibüse binerken ayağıma tekme geldi. Bizi vapura götürdüler. Yassıada’ya vardık. Önce yokuştan çıkardılar, sonra kumluktan geçirdiler. Yaşlı insanlar var, ellerinde bavullarıyla zor yürüyorlar. Yatacağımız yere getirdiler. Ertesi günü, bizi yemeğe götürmek için tek sıra dizdiklerinde gördüm ki, iskeleyle yatacağımız yer arasında düz, kısa mesafe varmış. Eziyet olsun diye yokuş tırmandırmışlar. Bu beni çok kırdı. Üç ay yattık. Hiçbir suçumuz yoktu.”

09 Şubat 2012

29 Kasım 2013 Cuma

KURUCUMUZ VE 1. GENEL BAŞKAN: CELÂL BAYAR

Celal Bayar
Özet
Celal Bayar’ın mücadele hayatının – ki o kuşak hayatı, kesintisiz bir mücadele süreci olarak kabul ederdi – en büyük saygı ve hayranlık uyandıran örneği, 27 Mayıs 1960 müdahalesi sonucu Yassıada’da idam talebiyle yargılandığı ve idama mahkum edildiği dönemde dahi metanetinden zerre kadar fire vermemesi, granitten oyulmuş bir heykel gibi dimdik ayakta kalabilmesiydi.
Giriş
“Efendiler.. Memleketi tehdit eden felaket o kadar büyüktür ki, sadece yazıp çizmekle, büyük içtimalar yaparak söz söylemekle, bu felaketin önüne geçmek mümkün olamaz. Yunanlılar burayı fiilen işgal etmeseler bile, Makedonya’daki siyasetlerini takip etmeleri, komitacılar vasıtasıyla çeteler teşkil ettirerek Türk köylerini mütemadiyen iz’aç eylemeleri ve Türk varlığını söndürmek için birçok teşebbüslere girişecekleri muhakkaktır. İzmir civarında sık sık tekerrür eden hadiseler de bu ihtimali kuvvetlendirmektedir. Bugünkü hükümetin vaziyeti ıslah etmesini beklemek abestir. Hükümeti kuvvetlendirmek ise maddeten imkânsızdır. Şu halde yapılacak yalnız bir tek şey vardır: O da bir taraftan ilmi müdafaaya devam edilirken, diğer taraftan silahına dayanan milli bir kuvvet hazırlamaktır. Şunu iyi bilmek lazımdır ki, İzmir’in varlığını koruyacak nutuklar ve yazılar değil, silahtır.”
1915 ilkbaharında İzmir’in işgalinden önce Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin, Aydın, Manisa, Denizli, Muğla, Balıkesir ve İzmir çevresinden 33 kazayı temsilen 165 delegenin katıldıkları bir oturumda Celal Bayar’ın yaptığı bu konuşma, onun yaşam çizgisinde ilerde kendisini önemli devlet görevlerine, savaştan sonra ilan edilen Cumhuriyet’in zirvelerine taşıyacak zorlu mücadelenin ilk kanıtıdır.
Celal Bayar’ın konuşması “aylardır ruhları dolduran, fakat fışkırmaya imkân bulamayan milli hisleri” canlandırmıştır. Bu oturumun ardından memleketlerine dönen delegeler, kendilerini gönderenlere “sert ve çıplak hakikati” anlatmışlardır.1
ATATÜRK'ÜN MENDERES İLE KARŞILAŞMASI:
"1930 yıllarında işler kötü gidiyor. 
Ekonomi kötüye gidiyor. Atatürk devrim yapıyor inkılap yapıyor ama işler yürümüyor bundan ızdırap duyuyor ve diyor ki 'Biz bir muhalefet partisi kurarsak bunlar iktidarı dürterler, teşvik ederler.' 
Ve Serbest Fırka kuruluyor. 
Menderes'in girdiği ilk parti bu. Ve sonradan kapatılıyor. Atatürk bir geziye çıkıyor. Her gittiği yerde Halk Fırkası'nın milleti küçük gördüğünü, zabıtaların halkı aşağıladığını görüyor. Aydın'a gidiyor orada da aynı tablo. Orada onu Adnan diye bir gençle görüştürüyorlar. Kendisi o zaman Türk Ocakları'nda görevli. Adnan Menderes ona dil kongresinden bahsetmiyor, balolardan bahsetmiyor. Yol, köprü baraj, üretimin artması, köylünün ürünün para etmesi bunlardan bahsediyor. Atatürk'ün kimseden duyduğu şeyler değil. 
Atatürk diyor ki: 'Bu çocuk ileride başvekil olacak'.. 
Hemen Ankara'ya döner dönmez 'O'nu milletvekili yapacaksınız' talimatını veriyor"
***
İzmir’deki bu tarihi oturum, Ege’nin Türk olduğunun ve Türk kalması gerektiğinin duyurulması; Paris’e beş kişilik bir temsilci kurulunun gönderilmesi ve gerekirse silahlı mücadeleye girilmesi kararlarıyla dağılmıştır.2
Atatürk’ün “son” Başbakanı’nın, Atatürk’ün ölümünden 12 yıl sonra, bu defa muhalefet lideri sıfatıyla katıldığı 1950 seçimlerinde elde ettiği büyük zafer ardından, Türkiye’nin 3. Cumhurbaşkanı oluşunun iki ilginç yanı vardır: Biri, Bayar’ın, Türk İstiklal Savaşı’ndan ve Atatürk ekolünden yetişmesi; diğeri, Modern Türk Ulusu’nun mimarı ve Cumhuriyet’in kurucusu Kemal Atatürk’e olan “özel” bağlılığıdır. Nitekim Celal Bayar, Türk İstiklal Savaşı’nı yöneten ve Cumhuriyeti ilan eden liderlik kadrosundan Atatürk ve İnönü ile birlikte Cumhurbaşkanlığı makamına yükselen “üçüncü” ve “son” kişidir.
16 Kasım 1938 günü Atatürk’ün “son” Başbakanı sıfatıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünde yaptığı konuşma, Celal Bayar’daki, tanımlanması gerçekten güç ve derin Atatürk sevgisinin izlerini taşımaktadır:
“Arkadaşlar, Atatürk’ün hayatı ve mazisi hakkında söz söylemeyi kısa bir celseye sığdırmak en müşkül olan bir iştir. Yalnız müsaadenizle çok sevdiği ve çok güvendiği, büyük milletinin iradesini temsil eden bu kürsüden O’nun maneviyatına hitap ederek diyorum ki:
“Atatürk,”
“Seni sevmek, tebcil etmek her Türk vatanseverinin milli ödevi ve namus borcudur.”3
9 Mayıs 1950 günü, kendisine cumhurbaşkanlığı yolunu açan 14 Mayıs 1950 seçimlerinden beş gün önce, Celal Bayar, seçim bölgesi Bursa’da Cumhuriyet’in bir yurttaşı kimliğiyle konuşurken, Atatürk’e olan yakınlık ve bağlılığını özellikle vurgular gibidir:
“Ben Gemlik’in Umurbey köyünde doğmuşum. Babam, köyün Rüştiye muallim-i evveli Abdullah Fehmi Efendi’dir. Kendisini tanıyanlar, mesleğine bağlı iyi bir insan olduğunu söylerler.”
“Milli Mücadelenin ilk gününden beri Büyük Ata’nın yanında, dünyanın hayranlığını çeken inkılâplar olurken, vazife başında idim. Hayatımın en büyük bahtiyarlığını teşkil eden bu yakınlık ve bağlılığım Atatürk’ün nefesini Allah’a teslim ettiği ana kadar devam etmiştir.”4
Celal Bayar, tüm yaşamı boyunca Atatürk ile olan özel bağını vurgulamaya ve Modern Türkiye’nin oluşumunda Kurucu Önder’in rolünü anlatmaya özen göstermiştir.
Demokrat Partili bir siyaset adamı tarafından sonradan aktarılan bir anıda yer alan sahneler bu durumun örneklerinden yalnızca biridir:
“1953 yılında Demokrat Parti Hükümeti, başta Azot Fabrikası olmak üzere Kütahya’da bazı yeni tesislerin temelini atacaktı. Devlet ve hükümet başkanları, kalabalık bir maiyet erkânı bu törenlerde hazır bulunuyorlardı. O günün gündemindeki işler arasında T. İş Bankası Kütahya Şubesinin açılışı da vardı. Bankanın açış konuşmasını yönetim kurulu adına benim yapmam uygun görülmüştü. Konuşmamda Bayar’ı ‘Milli bankacılığımızın babası ve öncüsü’ olarak gösterdim. Törenden sonra misafir olduğumuz orduevine döndüğümüzde Bayar beni yanına çağırttı, salonun tenha bir köşesine birlikte yürüdük, orada bana, ‘Konuşmanız güzeldi, fakat büyük bir yanlışlık yaptınız,’ dedi. Hayretle yüzüne baktığımı görünce sözüne şöyle devam etti: Türkiye’de her yeniliğin öncüsü ve sizin dediğiniz gibi babası, Atatürk’tür, Milli Bankacılığımızın babası da odur, ben ancak onun emir ve direktifi ile hareket etmişimdir, bunun başka türlü izahı yoktur,’ dedi. Bunun üzerine çok üzüldüğümü anlamış ve ‘Üzülmeyiniz, bir daha böyle bir hataya düşmemeniz için sizi ikaz etmek istedim,’ diye beni teselli etmiştir.”5
14 Mayıs 1950’de, Celal Bayar’ın liderliğindeki muhalefetin seçimleri büyük bir çoğunlukla kazanması üzerine, Demokrat Parti Meclis Grubu, Cumhurbaşkanı ile Meclis Divanı için kendi adaylarını tespit etmek üzere 20 Mayıs 1950 Cumartesi günü toplanmıştır. Kulislerde bir ara eski Yargıtay Başkanı Halil Özyörük’ün veya emekli Orgeneral Ali Fuat Cebesoy’un Cumhurbaşkanlığına getirilmesi yolunda eğilimler belirmişse de, Grup, parti merkezinden yapılan telkinler doğrultusunda Cumhurbaşkanlığına partinin genel başkanı Celal Bayar’ı, Meclis Başkanlığına partinin dört kurucusundan biri olan Refik Koraltan’ı aday olarak seçmiştir.6
22 Mayıs 1950 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapılan Cumhurbaşkanı seçiminde, kullanılan 453 oydan 387’sini kazanan İstanbul Milletvekili Celal Bayar, Türkiye’nin 3. Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Seçimde diğer kişilere verilen oyların dağılımı şöyledir: İsmet İnönü 64 oy, Halil Özyörük 1 oy, çekinser 1 oy. Seçimin ardından Celal Bayar and içerek görevine başlamıştır.7
Yeni Cumhurbaşkanı yemin etmek üzere Meclis salonuna girdiğinde Demokrat Partili Milletvekilleri kendisini oturdukları yerde alkışlarla karşılamışlardır. Bu davranışlarıyla Demokrat Partililer, 1946 seçimlerinden sonra oluşturdukları kurala uymuşlar, serbest bir seçimle gelmiş olmasına rağmen devlet başkanı genel kurul salonuna girerken ayağa kalkmamışlardır. Cumhuriyet Halk Partili Milletvekilleri ise yeni devlet başkanını ayakta, ama alkışsız selamlamışlardır.8
ÇANKAYA KÖŞKÜ’NDE DEVİR TESLİM
Celal Bayar’ın Çankaya Köşkü’ndeki ilk günlerini önceki Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün Özel Kalem Müdürü Haldun Derin’in notlarından kısmen izlemek olanaklıdır:
“Bayar, Genel Kâtip Cemal Yeşil’i evine çağırtmıştı. Yeşil’le, Bayar’ın yanından Kalem’e döndüğünde, görüştük. Bayar, bütün arkadaşların vazifelerine devamını istemiş. ‘İnönü tarihi şahsiyettir. Bir emri olursa yerine getirirsiniz. Temasınızı muhafaza edersiniz. Aksini düşünmek Şark zihniyeti ile hareket etmek olur. Başyaver Cevdet’in gözlerinden öperim,’ demiş.”9
“23 Mayıs sabahı, iki gün önce İnönü’yü uğurlamış olduğumuz 18 numarada, başta genel kâtip olmak üzere, bütün memurlar toplandık. Bayar kentten geldi, bizlerle tanıştı. ‘Dikkatle vazifenize devam ediniz,’ buyurdu. Şimdilik kendisi yalnız başına Köşk’te yatıp kalkacak. Evinden getirdiği güvenilir oda hizmetçisi Emin yanında olmak üzere...”
“Meclis’ten otomobillerle Atatürk’ün geçici kabrine gidildi. Büyük bir kalabalık ‘Yaşa, Varol,’ diye bağırıyor.(...)”10
Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Haldun Derin, ilk günlerde Çankaya Köşkü’nde gözlemlenen bir diğer önemli değişikliği ise şu şekilde not etmektedir:
“Cumartesi, Pazar günleri, Köşk bahçeleriyle eski Köşk’ün halka açık olduğunun ilan edilişi, yirmi yedi yıldır akla gelmemiş parlak bir buluştu.”11
Bu arada, Köşk Özel Kalemi’ne katılan yeni isimler de vardır:
Bunlardan biri olan, 1951 yılı Şubat ayından 1951 senesi Temmuz ayında Varşova Büyükelçiliğine tayin edilinceye kadar, hemen her gün iki saat Cumhurbaşkanı ile yakın çalışma olanağı bulan diplomat Fikret Belbez gözlemlerini şöyle aktarmaktadır:
“Cumhurbaşkanımıza her gün Hariciye’den gönderilen şifre telgrafları ve raporları mevzularına göre birleştirerek arz ederdim.”
“Sayın Bayar bu telgrafları dikkatle okur, mühim gördükleri yerlerin altını çizer, icap ederse sualler sorardı. Her telgrafı bütün entelektüel enerjisini toplayarak inceler ve değerlendirirlerdi. Gayet sükûnetle konuşmadan çalışırlardı. Esasen pek az konuşurlar, daha ziyade karşısındakini dinlerlerdi.”
“Yazıları gayet açık, berrak ve sadedir. Stilinde karışık cümleler, lüzumsuz sıfatlar, zorlanmış, süslenmiş ifadeler yoktur.(...)”
“İnsan Sayın Bayar’ı yakından tanıdıkça Atatürk’ün, neden bu kadar arkadaşları içinden onu seçip başa geçirdiğini daha iyi anlar.(...)”12
KÖŞKTE YENİ YIL KUTLAMASI
1950 yılı biterken Muhafız Alayı gazinosunda yapılan yılbaşı kutlamasının konukları arasında Cumhurbaşkanı Celal Bayar da vardır. Cumhurbaşkanı Bayar, bu yılbaşından sonra da bazı bayram gecelerini, yılbaşı karşılamalarını o yıllarda Köşk’teki küçük bir salondan ibaret askeri gazinoda subay, astsubay ve eşleri arasında geçirmiştir.13
ÖZEL VAGONDA TOPLANTI
“Demokrat Parti iktidarının birinci yılı içinde idik. Cumhurbaşkanı Bayar, yolcuları arasında bulunduğum, Anadolu ekspresine bağlı özel vagonla, İstanbul’dan Ankara’ya dönüyordu. Katarda milletvekili başka yolcular da vardı. Hareketten biraz sonra Cumhurbaşkanı tarafından özel vagona davet edildik. Günün sorunları arasında, Atatürk heykellerine karşı girişilen adî tecavüz vakaları önemli bir yer işgal ediyordu. Aslında bu saldırılar birkaç yıl önce başlamış ve giden iktidar tarafından önlenememişti. Yeni hükümet, Büyük Kurtarıcı’nın eserlerinin ve hatıralarının korunması için kanunî tedbirler alınmasına lüzum görmüş ve bu maksatla bir tasarı hazırlamıştı. Hükümetin kararı basında, Türkiye Büyük Millet Meclisi kulislerinde, özellikle Demokrat Parti Grubu mensupları arasında çeşitli yorumlara ve tartışmalara konu yapılıyordu. Özel vagona çağırılan milletvekilleri yerlerini alır almaz Bayar konuşmaya başladı. Heyecanlı görünüyor, hiddetini dizginlemeye çalışıyordu. Kısa bir girişten sonra zapt etmeye lüzum görmediği heyecanlı ses tonu ve kararlılığından şüphe edilmeyecek bir kesinlikle sözlerini sürdürdü:”
"Bu seri tecavüzlerin önlenmesi için çıkarılmasını benim de zarurî gördüğüm kanun engellenir veya maksadından saptırılırsa, Banisini koruyamayan Cumhuriyet’in Başkanlık görevine devam etmem mümkün değildir. Bu takdirde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ve Partinizin (yani Demokrat Partisi’nin) azası da kalamam. Cumhurbaşkanlığından, Milletvekilliğinden ve Partinizden istifa edeceğim. Davamı, tek başıma, milletimin huzuruna getirerek mücadeleyi orada başlatacağım."
“Sahne, tüm canlılığı ile bugün de gözlerimin önünde, kararlı ses, tüm titreşimleriyle, hâlâ kulaklarımdadır. Atatürk sevgisinin bu asil tezahürünü her zaman aynı hayranlık içinde anar ve yaşarım.”14
ANITKABİR İNŞAATI VE İLK TÖREN
1950’ler başında Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nda görevli subaylardan ve Anıtkabir Muhafız Bölüğü Komutanı Üsteğmen (sonra Orgeneral) Sabri Yirmibeşoğlu anlatıyor:
“Bayar’ın şahsi ilgisiyle inşaatın ilerlemeye başlamasıyla birlikte, Çankaya’dan bölüğümüzle Anıtkabir’e intikal etmiştik. Bölüğün kalacağı ayrı bir bina inşa edilmemişti. Mecburen, Aslanlı yolun bitiminde sağdaki Mehmetçik Kulesi ile şimdi İnönü’nün kabrinin bulunduğu alt bölüme erleri, şimdi Müze Müdürlüğü olan üst kısımda bölük ve takım komutanlarını yerleştirdik. Duvarlar ıslaktı, özellikle erleri yatırdığımız alt koridor, rutubet içinde idi, duvarlarından sular sızıyordu. Kışın ısıtma tertibatı olmadığı için büyük gaz sobaları kurduk. Yerden boruların çıkış seviyesi çok alçak olduğu için bazı geceler sobalar çekmiyor ve çıkan kurum ve gazı dışarıya doğru veriyor yüzümüz gözümüz kurum ve isten simsiyah oluyordu. Erlerin çamaşırını yıkayacak yer ve çamaşır makinesi ve diğer ihtiyaç yerleri yetersizdi. Herhalde Anıtkabir gibi bir yerde ateş yakıp kazanda erlerin çamaşırlarını yıkayamazdık. Merak nedeniyle yerli yabancı birçok kişi inşaatın gidişatını izlemeye geliyordu.(...) Bütün sıkıntılara rağmen; Anıtkabir Muhafız Bölüğü mensubu olarak gururlanıyor ve onur duyuyorduk. Cumhurbaşkanı Bayar her gün değilse bile iki veya üç günde bir Anıtkabir inşaatına gelir, yapılanları görür, bize ve diğer çalışanlara iltifat ederdi.”15
“Nihayet 10 Kasım [1953] günü, muhteşem bir törenle bütün Türkiye’nin kalbi Ankara’da çarparcasına heyecan içinde bütün Ankaralılar güzergâhta olduğu halde Atatürk’ün naaşı Anıtkabir’e getirildi ve Mozole’nin altında hazırlanmış kabrinde toprağa verildi. Kardeşleri Makbule Hanımı Aslanlı yolun başında bir koltuğa oturtmuştuk, gözyaşlarını silerek, ağabeyinin hayata veda ettiği 10 Kasım günü olduğu gibi hüzünlü idi.”
“Genelkurmay Eski Başkanlarından Orgeneral Salih Omurtak’ı, İstiklal Savaşı’nın Genelkurmay II. Başkanı’nı üniformalarını giymiş şekilde evinden bir vasıta ile tören yerine getirmiştik, zor yürüyordu.(...)”
“Atatürk’ün mozole altındaki toprağa verilişinde sadece Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan ve bir evvelki Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Meclis Başkanı ve Başbakan ile Cumhurbaşkanlığı Muhafız Kıta Komutanı ve Muhafız Bölük Subayları, bizler bulunmuştuk.”16
CUMHURBAŞKANI BAYAR’IN KONUŞMASI
Atatürk’ün naşının Anıtkabir’e defnedilmesi töreninde Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın konuşması şöyledir:
“Aziz Atatürk’ün Etnografya müzesinin bir tahta masasında yattığını düşünmek, benim için dayanılmaz bir sızı idi. Sürekli izlemelerle, nihayet, üç yıl sonra Anıtkabir tamamlandı. Başbakan Menderes’le birlikte son bir defa daha Anıtkabir’i gözden geçirdik; karar verdik ki, içinde bulunduğumuz 1953 yılının 10 Kasım’ında Atatürk’ü ebedi makberesine tevdi edebiliriz.”
“Eğer Cumhurbaşkanı olmanın bir faniye kazandırdığı şereften ayrı bir değeri ve hazzı varsa, o da benim için Sevgili Atatürk’ü, Etnografya müzesinden alıp, Anıtkabir’deki ebedi metfenine tevdi ettiğim tarihi günü yaşamış olmamdır.”
“Etnografya müzesinden Anıtkabir’e kadar olan mesafeyi 4,5 saatte tükettik. Aziz naşını vatan toprakları üzerine tevdi ettikten sonra, gözyaşlarımı tutamadığım uzun bir konuşma yaptım. Onu, duya duya, seve seve söyledim. Ve sözlerimi şöyle bitirdim:”
“ATATÜRK! Sen, bizdendin!... Seni Halife yapmak, Padişah yapmak isteyenler oldu. İltifat etmedin. Milli irade yolunu seçtin! Hayat ve şahsiyetini, milletin hizmetine vakf ettin!.. Türkün gıpta ettiği, övündüğü vasıflara maliktin! Bütün meziyetlerinle Türk milletinin ta kendisisin!.. Şimdi seni, kurtardığın vatanın her köşesinden gönderilen mukaddes topraklara veriyoruz. Bil ki, hakiki yerin daima inandığın ve bağlandığın Türk Milletinin minnet dolu sinesidir!... Nur içinde yat!..”17
“ATATÜRK GERÇEKÇİDİR”
“Atatürk metodolojisinde ‘duygu’ya yer yoktur. Laboratuara girmiş bir ilim adamı, tüpteki oksijenle hidrojen arasında nasıl bir ayrım yapmaz, birinden birini kendisine daha yakın görmezse sosyal bilimin laboratuarına giren bir devlet adamı da doğru bir sonuca varabilmek için, tüm duygularından sıyrılmak zorundadır. Atatürk, işte bunu başarabiliyordu... Eğer siz de başarabilirseniz, Atatürk gibi düşünmüş olursunuz.”
“Bütün bu anlattıklarımdan ötürü diyorum ki, duygularımızın karıştığı işlerde Atatürk gibi düşünmek nasıl zorsa, böyle düşünüp gerçeği bulduktan sonra, ona başkalarını inandırmak büsbütün zordur. Atatürk, 1918 yılında işte bu çifte güçlüğü aşıyor ve “Ulusal And” kararını Erzurum Kongresi gibi çetin bir kongreye kabul ettirebiliyordu. Atatürk reçetesinin bu ilk ilacı, anlattığım duygusal şartlar içinde zehir zıkkımdı. Ve Atatürk hastayı bu zehir zıkkım ilacı içmeye razı edebilmişti.”
“Büyük, çok büyük iştir!..”
“Özellikle Erzurum, Sivas Kongreleri ile Birinci Büyük Millet Meclisi milletvekillerinin büyücek bir bölümü, duygusal kararlara çok yakındı. Zaferin kazanıldığı ve Lozan müzakerelerinin sürdürüldüğü günlerde bile, karşı taraftan en küçük bir direnme gelince ‘Yürüyüp Atina’yı alıvermeyi’ teklif edenlere rastlıyorduk!..”18
CELAL BAYAR VE İRTİCA
Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın seçim bölgesi Bursa’da valilik yapan İhsan Sabri Çağlayangil anlatmaktadır:
“Bursa’da kendini bilmez birkaç yobaz, 1957 seçimlerinden evvel, bir Cuma namazında ‘Biz Mehdiyiz,’ diye ellerinde kılıçlarla Ulu Cami’nin minberine tırmanmışlar, olay çıkarmışlardı. İzinli olduğu için o gün sivil elbiseyle namaza gelen bir polis memuru, büyük bir cesaretle bu çılgınlığın karşısına çıkmış, uyanık cemaatin yardımıyla yobazları anında hareketsiz kılarak Valiliğe getirmişti.”
“O zamanın Bursa Savcısı aziz dostum Turhan Kapanlı ile soruşturmaya henüz başlamıştık ki, Cumhurbaşkanı Bayar beni telefonla ve bizzat aradı:”
“Vakayı şimdi öğrendim, dedi. Ne hareketin çabuk bastırılmış olması, ne de yapanların aczi, hadiseyi küçümsemeye sebep teşkil etmemelidir. Vakanın din ve dindarlıkla bir ilgisi yoktur. Bunlar, Müslümanlığın ticaretini ve simsarlığını yapanlardır. Yalnız olamazlar. Mutlaka akıl hocaları, taraftarları, teşvikçileri vardır. Hadisenin mihrakına inmeli ve bütün şebekeyi süratle meydana çıkarmalısınız.”
“Atatürk’ün irtica karşısındaki hassasiyetini hatırlayınız. O sağ olsaydı bu olay karşısında ne yapacak idiyse, biz de bugün onları yapmalıyız. Böyle hareket etmenizi, neticeye süratle ulaşmanızı yaşınızdan bekliyor ve sizden istiyorum.”19
CEZAEVİNDE 10 KASIM TÖRENİ
27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi ile Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes başta olmak üzere Demokrat Partili Parlamento ve Hükümet Üyeleri tutuklanarak cezaevine konulmuşlardır. Türkiye’nin yakın tarihinde Yassıada Mahkemeleri diye bilinen yargılamalar sonunda Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edilmişlerdir. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın idam cezası, yaşlılık gerekçesiyle ömür boyu hapis cezasına çevrilmiş ve diğer siyasi mahkûmlarla (Demokrat Partili siyasetçiler ve dönemin bürokratları ile) birlikte Kayseri Cezaevine hapsedilmişlerdir.
Celal Bayar’ın kader arkadaşlarından bir siyasi mahkûmun, cezaevinde yaptıkları “Atatürk’ü Anma Töreni”ni anlattığı şu satırlar ilginçtir:
“Kayseri Cezaevinde geçirdiğimiz ilk Kasım ayının başlarında idi. Arkadaşlar, Atatürk’ün ölüm yıl dönümünde, bir konuşma yapması için Hikmet Bayur’a rica etmişlerdi. O da, ‘Bayar varken bu iş bana düşmez,’ demişti.”
“Bayar konuşacaktı.”
“O gün hepimiz, Kayseri Cezaevinin bize ayrılan kısmının iç avlusunda toplandık. Bayar, dik ve ciddi adımlarla avluya geldi. Her zamanki gibi derli toplu giyinmişti. Yaptığı konuşmada, O büyük Türk’ün memleketi için neler yaptığını; hastalığında bile Hatay’ı kurtarmak için kendi sağlığını nasıl hiç saydığını anlatırken sesi titremeye başladı ve gözlerinden yanaklarına iki damla taş yuvarlandı.”
“Hepimiz duygulanmıştık.”20
Celal Bayar’ın günlüğünden:
“Bugün saat 9.05 geçe bütün tutuklularla Atatürk’ümüz için ihtiram duruşunda bulundum.”
“Ben, bir konuşma yapmak teklifi ile karşılaştım, konuştum.”21
CELAL BAYAR’IN AFFI VE İSMET İNÖNÜ
Deneyimli devlet adamı İsmet İnönü, ömür boyu hapis cezası ile Kayseri Cezaevinde tutulan Celal Bayar ve arkadaşlarının durumu ile sürekli ilgilenmiş ve askeri müdahalenin ardından sivil yönetime geçiş süreci de tamamlandıktan sonra “siyasi af sorununu -büyük güçlüklere karşın-çözüme kavuşturmayı başarmıştır.
Celal Bayar ve arkadaşlarının affı konusunda İsmet İnönü, eşi Mevhibe Hanıma şunları söylemiştir:
“Istıraplı bir devreyi sona erdirmek istiyorum. Demokrasi, birtakım tecrübelerle elde ediliyor. Bazen bunlar acı oluyor. İdare edenler kadar şartlar da bu neticeye sürüklüyor.”22
104 YAŞINDA
Türk İstiklal Savaşı’nın Galip Hoca’sı, 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar 104 yaşında vefat etmiştir. 1883 yılında Gemlik’e bağlı Umurbey Köyü’nde doğmuştur. Çalışma yaşamına Gemlik Mahkemesi ve Reji kalemlerinde memur olarak başlamış; ardından Bursa Ziraat Bankası’nda görev almış ve bu arada Harir Darü’t-talimi ve College Français de l’Assomption okullarında öğrenimini sürdürmüştür. Celal Bayar’ın siyasi yaşamı, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin İkinci Meşrutiyet’ten sonra Bursa’da açılan şubesinde görev almasıyla başlamıştır. Bir süre sonra Bursa, daha sonra da İzmir İttihat ve Terakki Şubeleri’nin Genel Sekreterliğine getirilmiştir.
Kooperatifçiliği teşvik etmiş, Halka Doğru Dergisi’ni çıkarmış; Turgut Alp takma adıyla yazılar yazmıştır. 1918’de Müdafaa-i Hukuk-i Osmaniye Cemiyeti’ne katılmıştır. İzmir’in işgalinden sonra Aydın’ın geri alınışına fiilen görev almış ve Akhisar Milli Cephesi Alay Komutanı olmuştur. 1920 yılında Osmanlı Mebusan Meclisi’ne Saruhan mebusu olarak girmiştir. Milli Mücadele’yi öven bir konuşmasından dolayı hakkında tevkif kararı çıkartılınca Anadolu’ya geçmiş ve I. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Bursa milletvekili olmuştur. 1921’de İktisat Vekilliği ve 1922’de geçici olarak Dışişleri Bakanlığı yapmıştır. Lozan Konferansı ilk murahhas heyeti müşaviridir. 1923 seçimlerinden sonra II. Büyük Millet Meclisi’nde İzmir milletvekilidir. 1924 yılında Atatürk tarafından Türkiye İş Bankası’nı kurmakla görevlendirilmiştir. 1932 yılında İktisat Vekili olmuş ve 1937’de Başbakanlığa getirilmiştir. 25 Ocak 1939’a kadar bu görevde kalmıştır.
7 Ocak 1946’da arkadaşlarıyla Demokrat Parti’yi kurmuş ve başkanlığına seçilmiştir. 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’nin Türkiye Büyük Millet Meclisi çoğunluğunu sağlamasıyla 22 Mayıs 1950’de Cumhurbaşkanı seçilmiştir. 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi ile görevinden uzaklaştırılmış ve Yassıada Mahkemesi’nce idam cezasına çarptırılmıştır. Ancak, yaşlılığı nedeniyle cezası müebbet hapse çevrilmiştir. 7 Kasım 1964’te sağlık gerekçesiyle serbest bırakılmıştır.
22 Ağustos 1986’da vefat eden Celal Bayar, Bayan Reşide Bayar ile evliydi ve üç çocuk babası idi.
3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın vefatı haberini alan dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in Günlüğü’nde şunlar yazılıdır:
“22 Ağustos 1986:”
“İki gündür hastanede koma halinde bulunan Celal Bayar’ın vefat haberini getirdiler. Yemekte Başbakan Özal da vardı. Nasıl bir merasim yapılması hakkında direktifimi öğrenmek istediler. Ben de rahmetli Cevdet Sunay’a ne yapılmışsa aynını yapalım, dedim, öyle kararlaştırdık. Rahmetli 104 yaşına kadar yaşadı. Bu kadar ömür kime nasip olur?”23
“28 Ağustos 1986:”
“Bugün kaldırılan Bayar’ın cenazesine ben de Maltepe Camii’ne kadar yaya olarak gittim. Yol boyu çok kalabalık vardı. Maltepe Camii’nde merasim sona ereceğine yakın Bayar’ın kızı Nilüfer Gürsoy, kocası ve kızı ile yanıma gelerek, babası için düzenlenen bu törenden duydukları memnuniyeti tekrar tekrar dile getirip teşekkür ettiler.”24
3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın ardından -vefatının ertesi günü-Gazeteci Oktay Ekşi’nin değerlendirmesi şöyle olmuştur:
“Bayar, ciddi bir öğrenim görmüş değildi. Ama kendisini iyi yetiştirmişti. Keza nizami askerlik hizmetini de yapmamıştı, ama yaşadığı dönemin bütün önemli mücadelelerinde görev almıştı. Türk İstiklal Savaşı’nın ‘Galip Hoca’sı sıfatıyla vatanına verdiği hizmetler ona kırmızı kordonlu İstiklal Madalyası ile büyük bir şöhret kazandırmıştı.”
“Bayar’ın mücadele hayatının -ki o kuşak hayatı, kesintisiz bir mücadele süreci olarak kabul ederdi- en büyük saygı ve hayranlık uyandıran örneği, 27 Mayıs 1960 müdahalesi sonucu Yassıada’da idam talebiyle yargılandığı ve idama mahkûm edildiği dönemde dahi metanetinden zerre kadar fire vermemesi, granitten oyulmuş bir heykel gibi dimdik ayakta kalabilmesiydi.”25
Referans, kaynaklar ve dayanaklar: 
1 Cemal Kutay, Celal Bayar, Bir Türk’ün Biyografisi, (İstanbul, Onan B., ?), ss. 53-54.
2 Erkan Şekerci, Türk Devrimi’nde Celal Bayar, 1918-1960, (İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Doktora Tezi, 1999), s. 33.
3 Celal Bayar, Atatürk’ten Hatıralar, (İstanbul, Sel Y., 1955), s. 10.
4 Celal Bayar’ın 1946, 1950 ve 1954 Yılları Seçim Kampanyasındaki Söylev ve Demeçleri, (Ankara, Doğuş M., 1955), ss. 65-66.
5Atıf Benderlioğlu, “Bayar’ın Atatürk Sevgisi,” 100. Yaşında Celal Bayar’a Armağan, (İstanbul, Tercüman Y., 1982), s. 41.
6 Rıfkı Salim Burçak, On Yılın Anıları (1950-1960), (Ankara, Nurol M., 1998), s. 50.
7 TBMM Tutanak Dergisi, Dönem IX, Birleşim 1, Oturum 1, (22 Mayıs 1950), Cilt 1, ss. 7-8.
8 Rıfkı Salim Burçak, On Yılın Anıları (1950-1960), (Ankara, Nurol M., 1998), s. 50.
9 Haldun Derin, Çankaya Özel Kalemini Anımsarken (1933-1951), (İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Y., 1995), s. 260.
10 Haldun Derin, Çankaya Özel Kalemini Anımsarken (1933-1951), s. 263.
11 Haldun Derin, Çankaya Özel Kalemini Anımsarken (1933-1951), s. 271.
12 Fikret Belbez, “Bazı Özellikleri,” 100. Yaşında Celal Bayar’a Armağan, (İstanbul, Tercüman Y., 1982), ss. 38-39.
13 Sabri Yirmibeşoğlu, Askeri ve Siyasi Anılarım, (İstanbul, Kastaş Y., 1999), Cilt I, s. 99.
14 Hayrettin Erkmen, “Bir Devlet Adamı,” 100. Yaşında Celal Bayar’a Armağan, s. 77.
15 Sabri Yirmibeşoğlu, Askeri ve Siyasi Anılarım, (İstanbul, Kastaş Y., 1999), Cilt I, ss. 124-125.
16 Sabri Yirmibeşoğlu, Askeri ve Siyasi Anılarım, ss. 125-126.
17 100. Yaşında Celal Bayar’a Armağan, ss. 373-374.
18 Celal Bayar, Atatürk Gibi Düşünmek, (Der. İsmet Bozdağ, İstanbul, Tekin Y., 3. Basım, 1999), ss. 43-44.
19 İhsan Sabri Çağlayangil, “Bayar Yüz Yaşına Girerken,” 100. Yaşında Celal Bayar’a Armağan, s. 60.
20 Cevdet San, “Bayar’ın Gözlerinde İki Damla Yaş,” 100. Yaşında Celal Bayar’a Armağan, s. 156.
21 Celal Bayar, Kayseri Cezaevi Günlüğü, ss. 15-16.
22 Gülsün Bilgehan, Mevhibe II, (Ankara, Bilgi Y., 1998), s. 257.
23 Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 2, (İstanbul, Milliyet Y., 1994), s. 304.
24 Kenan Evren, Zorlu Yıllarım 2, s. 305
25 Oktay Ekşi, “Son Temsilci de Gitti...” Hürriyet, 23 Ağustos 1986.
Prof. Dr. Hikmet Özdemir
26 ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 67-68-69, Cilt: XXIII, Mart-Temmuz-Kasım 2007